24 Mart 2013 Pazar

Mutlak bir barış mümkün mü?

Türkiye'de 'makul' insan olmak zor zanaat. Ömrünüz hep birilerini anlamaya çalışmakla geçiyor. Son yirmi-yirmi beş yılımız; Kürtleri, Alevileri, Beyaz Türkleri, İmam Hatiplileri, başörtülüleri, devleti, cumhuriyetçileri, askerleri, hatta teröristleri anlamaya çalışarak geçti.

Haksızlığa uğrayanlar değişti, haksızlık yapanlar değişti ama, bizim 'The Pursuit of Happyness' filmindeki Will Smith kararlılığındaki empati çabamız değişmedi.

Kaç kişiyiz bilmiyorum. Muhtemelen sosyal medyada öğle yemeğinin fotoğrafını paylaşanların sayısından çok daha az.

Söylediklerimiz büyük laflar değil. Kürt olman önemli değil Türk olman da. İster inan ister inanma, ama başkasının nasıl olduğuna da burnunu sokma minvalinde, insanlığın başlangıç düzeyinde şeyler. Ama maalesef olduğumuz yerin epey ilerisinde.

Bu bahar barış rüzgarlarıyla başladı, ne güzel! Annelerini penceresiz bırakıp giden genç bedenlere yenileri eklenmeyecek olma ihtimali ne güzel!

Ve fakat Abdullah Öcalan'ın mektubu, Murat Karayılan'ın açıklaması, İsrail cephesinden gelen özür art arda gelip Norveç normallerinin bile üstüne çıkınca bünyeye 'ince' bir şüphe sızıverdi...

Bugün İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun Türkiye'yle artan Suriye tehdidini bertaraf etmek için barıştık" açıklaması o şüpheyi daha da güçlendirdi.

Eğer tüm bu olup biten, Türkiye'yi dertlerinden arındırılıp, en kuvvetli haliyle, İsraille el ele Suriye'nin, akabinde İran'ın üstüne sürmeye yönelik bir senaryoysa, Öcalan'ın Çanakkale'de 'Birlikte savaşmıştık' göndermesi birlikte bir barışın değil beraber savaşın önizlemesiyse, savaşın sadece adı ve tarafları değişecek anneler başka cephelerde penceresiz kalacaksa...

Biz sizinle
'aynı barış'a iman etmiyoruz demektir.

Artık daha iyi anlıyoruz ki, barış, önderlerin, akil adamların, başbakanların,  'ol' demesiyle ya da konjonktürün öyle gerektirmesiyle, olmuyor maalesef. Oluyormuş gibi oluyor, ama olmuyor...

O yüzden 'Halkların kardeşliği' tuğlalarını ancak  biz taşırsak bina edilebilir...

O ZAMAN HAZIR MEVSİM MÜSAİTKEN

O zaman hazır mevsim de müsaitken, ilk zil çalsa yeniden ve sınıflarımıza koşsak, unutsak tüm bildiklerimizi, o güzel çocuklar olsak yine ve bu sefer böyle büyümesek...

Karşımızdakine saygıyı öğrensek ilkin, Ali topu atmadan ve Işık ılık süt içmeden, laik ve dindar olmadan, budist ya da ateist de olmadan, tümünden evvel...

Mutlak bir “sulh” bulabilsek, Oya okula koşmadan, Ömer mısır sevmeden, iş işten geçmeden ...

Söz versek kendimize, insanlığın tarifini, kendimiz üzerinden yapmamaya, ant içsek...

Ve öyle güzel becersek ki bunu, yıllar sonra hiç kimsenin yazısında bir Sabancı kuruluşunu hatırlatacak kadar “sa” olmasa.

Şimdi, ilk zil çalsa ve ABC’den başlayıp yeniden çalışsak insanlık alfabesini, tümden çocuk, tümden çabuk olsak...

Ali topu atmadan, Emel eve gelmeden, atı alan Üsküdar'ı geçmeden önce...