28 Kasım 2013 Perşembe

karalamalar (bir)

bazan hayat “hazan” der siz “nâzan” anlarsınız. bazen susar “tık” demez! siz bir hazan çıkartırsınız bu sessizlikten, buhranlar uydurursunuz kaba etinizden..

bazan gurbet der hayat, siz sılaya sıkı sıkı tutunmaya çalışırken… bazen siz - muhtemelen çaresizlikten- gurbeti sıla zannedersiniz..

sonra, o kadar zaman geçer ki, artık siz; neye, nereden başlayacağınızı bilemezsiniz.. bir kitaba da sığmaz anlatacaklarınız  etrafı telaşlarla çevrili birkaç lafa da!

zaten, onlar da anlayacak göz siz de anlatacak göt yoktur aslında, bir yerden sonra…

***
bizi bu gürültüler sessizleştirdi... herkes ne çok biliyordu, herkes ne çok konuşuyordu!

‘dünyanın sırrı’değildi belki, ama bizim de bir çift lafımız vardı. sınıfın gürültüsünde kayboldu cümlemiz, öğretmene ulaşamadı sesimiz..

diretmedik, vazgeçermiş gibi yaptık, belki de gerçekten vazgeçtik..

hamlesinden isteği verimi alamayan futbolcular gibi kaldırdık ellerimizi, biz dokunmadık hayat, pek yaşamak istemiyorduk zati, sadece hayata denk geldik! Bir külah bulup anlatırız neleri nasıl da istemediğimizi… o kadar gerçekçiydik ki, neredeyse kendimiz bile inanacaktık.

hayat güzel şey, dünya yaşanacak yer aslında... haksızlıkları, uğursuzları, düzenbazlıkları saymazsak… elimizin değmediği yerler, dünyanın beşer girmemiş ormanları.  insanını saymazsak dünya yaşanacak memleket...

...telafi edilebilirdi diğer mağlubiyetler, samimiyeti kaybetmeseydik eğer...

2 Kasım 2013 Cumartesi

'Çok'

Salonu boydan boya kocaman pencerelerle çevrili bir evdi! Ahmet Kayaların Kocamustafapaşa'daki evi... Kesinkes o evi bize kiralayıp Osmaniye'ye taşındıktan sonra daha çok beğenmiştir o şiiri, "Penceresiz kaldım anne!" demiştir... 

Kavuniçi çekyatımda ilkokulun ilk gününe uyandığım, cami yanı, tarifi kolay, o beyaz ev çok uzak şimdi!

Bazen, hâlâ, tüm yaşadıklarımın rüya olduğunu düşündüğüm olur! Sanki o çekyatta yeniden uyanacağım, seyrek dişlerimle, kahvaltıya arz-ı endam edeceğim ve o mavi önlükle yeniden okullu olacağım...

Sonra Tolgalar beni almaya gelecekler Mehmet Akif'ten ve mahalleyi birbirine katacağız...

Halbuki, ne kadar zaman geçti üstünden, sakladığımız samanların yerlerini bile unuttuk!

Kendimize verip de tutamadığımız sözlerin zamanlarını bile...

Keşke; gene gelsen, yaksam sensiz tüm zamanlarımı, güneşinle, doğsan ilk ergenliğimize ve hiçbir doktor uğramasa bizim mahalleye... Aklımıza mukayyet olsak yani...

Taşeronlara hiç iş bırakmasak bu sefer, tümden müteahhiti olsak ömrüzün!

Kendimize güneş gören, geniş pencereli beyaz bir ev yapsak ve kıpırdamasak bir yere...

Çok masum şeylerdi onlar! Dudaklarına bir tebessüm kondurabilmek için debelenmelerim. Senin ebesi olduğun bir oyunda bilerek sobelenmelerim! Çok güzeldi...

Ve fakat kendi sahamızda bu kadar yenilmemiştik henüz! Bahar, "mecmuri bir yeşil"le, bu kadar üstümüze gelmemişti...

Hem o vakit biz aklımıza her geleni söylüyorduk be güzelim! Ama şimdi büyüdük! Ayakkabımın 42 numara olmasından falan bahsetmiyorum.. Hiçbir şeye ne eskisi kadar üzülebiliyorum ne de sevinebiliyorum! Onu diyorum, büyümek derken...

Çocukluğumu çok özledim!

Bir gün, dokuz taşımın en altındakini çekip gitti bir el, toparlamaya çok çalıştım, ama asların hiçbiri benim elimde değildi, çekip bekledim her el... 

Sonra, çıktım oyundan. Sırf sen oy ver diye kurduğum o partiyi kapattım. Oyundan vazgeçtim!

Çok üst üste geldi bizim sınavlarımız.. biraz ondan biraz bundan çalışalım derken, hepsinden kaldık...

Hafif "yokuş" yaptı bize hayat, "bakalım dayanabilecek mi?" diyerek üstümüze saldı ustalarını, bizim yapamadığımız binaları onlar dikti etrafımıza! -ki Berlin böyle duvar görmemiştir-

Beğenilince devamı çekildi falan... sürüp gitti yani...

De ki; o gitti artık, aslında hiç olmadığı yerlerden...
De ki; sıla hâlâ çok uzak bir memleket onun için...
De ki; geniş pencereli beyaz ev yeter yeterdi, biraz aş biraz aşk...
Çok şey değildi istediği...

Ve de ki; yazıldığı kadar kolay yapılmıyor ki!

Hem kim bilir onun için "çok"tu ötekinin "az" dediği! (Mayıs 2010, Şırnak-Ayvalık)

31 Ekim 2013 Perşembe

Açık mavi...

omuzlarından bastırıyorlar kaygan elleriyle... bir deve güreşinin neşesinde değilsin.. basbayağı maviye batırıyorlar seni... Çok su yutmuşsun... Dayanamazsın zannediyorlar.. Bilmiyorlar.. Dalgalar yavaş yavaş uzağa çekmiş seni, her zaman değil ama dönmek istiyorsun, ama zor.. Neyi sevdiğin aklında kalmamış, ama 'sevdiğim şeyler kıyıdaydı' diye kalmış aklında. Giden her şey de dönecek gibi geliyor sanki sen dönünce... Halbuki biliyorsun da... Hani bir kere çok özleyince o 'muhteşem günleri' dönmek istemiştiniz.. Vakti zamanında sizi saran gri duvarlar üstünüze gelmişti de zor atmıştınız kendinizi dışarı! Hem o zaman çok gençtiniz de... Güneş irtifa kaybediyor; koca gün ısınan su öyle güzel oluyor ki bu vakit... Kıyıdaki herkes terliğini havlusunu toparlayıp gidiyor bu vakit, anlamıyorsun. Sırtını suya vermişsin, yüzün güneşe dönük, hep biraz şaşık pusulanda batıyı bulmanın keyfi var dudaklarında, gözlerin gökte ve kulaklarında denizin esrarlı sesi.. Hayallerini bile düşünmüyorsun.. Yarım bıraktıklarını yeniden kuran genç kolların kulaçlamaya başladığını görüyorsun denizini, seviniyorsun.. O her şeyin biteceği gün eskisi kadar uzak değil... Bir şey anlatacaktın sahi sen.. Gözlerinin içine bakıp dinleyen olmayınca vazgeçmiştin... Sahi yoksa o gün mü öldün sen? Ufacık odanda ölüm korkusundan her gece 'bin kere' öldükten sonra aslında bir daha hiç ölmedin ki sen! Banyo keyfini uzattığını hatırlatan günlerdeki gibi buruş buruş ellerin... 'hadi' diyorlar bak etrafta kimse kalmadı!
Sahi, gene çıkacak mısın sudan? (Şubat 2011, Ayvalık)

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ellerimi aldılar sevgili...

ellerimi aldılar sevgili; bir gece ansızın geldiler ve aldılar...
karşılığında ne verdiler bilmiyorum...
gündelik bir telaş belki, belki bir öğünlük bir aş, ellerimi aldılar...
çirkini büyük ellerini soktular içime; karnımı yarıncaya, ciğerime varıncaya kadar...
ne varsa aldılar...
gözlerindeki hırsı görmeliydin...
öyle acıttılar ki canımı, sonunda ağarmamı aldılar..
ölmedim, ölmedim diye sevindim...
keşke o gün ölseydim sevgili...
renkli televizyonlarında, gözlerimi aldılar...
hayatımızı beyaz bir camın içine koyup... dışarda kalan ne varsa aldılar...
dımdızlak bıraktılar bizi dımdızlak...
mikrodalga fırınlar, gri, büyük, buz dolaplar verip sevgiyi aldılar...
büyük çirkin ellerini sokup çıkardılar sol yanımızdaki cevheri...
altınlar, alyanslar şaşaalar verip en büyük mücevherimizi aldılar...
en mühimi bizi aldılar sevgili yerine vesikalık bir resmimizi verdiler...
alabildiğine sırıtan ama hiç gülmeyen...
rezidanslar, alışveriş merkezleri, bilmem neler verip, aşkı aldılar..
bir gece ansızın bidonlarla  geldiler...nehirlerimizi, tek kişilik seyirlerimizi aldılar...
karanlığa methiyeler düzüp ışığımızı aldılar...
küfretsem az, kahretsem az...
kelimeler verip, anlamlarını aldılar...
oksijenimizi alıp nefesimizi bıraktılar! sırf ölmeyelim de bu günleri görelim diye...
biz ölmediğimize sevindiğimiz an, hayatımızı aldılar...
anlatmam anlar mısın sevgili?
anlatsam dinlemeye vaktin var mı ki?
zamanımızı aldılar...
Biz öldük sevgili, bunu kabul etmek lazım! Ya sallapati adımlarla ikinci ve son kez ölmeyi bekleyeceğiz ya da yeniden savaşmayı, kaybettiklerimizi bir bir geri almayı deneyeceğiz...
Söylemesi bile zor....
Şimdi bir kenarından tutunduğumuz bu yaşam parçası...
Bu kıçıkırıklıklar silsilesi bu hayat diye bize yutturulan bir zoka, gerçekten bir boka boka benzemiyor sevgili....
küçücük bir yer, say ki bir dehliz.. Bir ufak alan bi derme çatma, bir oda bir salon bir hayat... ama bizim yerimiz işte, bizim diyebileceğimiz bir ev!
Ciğerlerimize, kalbimize, sesimize yeniden kavuşabileceğimiz o yer... Mümkün mü?
Bizim yerimize yaşam tayin edenlerin kapısından giremediği erişemediği bir yer...
Bir sosyal oksijen çadırı... bir vaha...
Bu ev hangi emlakçıda bulunur sevgili? ağaoğlu mesela o gevrek gülümsemesiyle böyle bir ev yapabilir mi?
evimiz aldılar sevgiler bizi bilmediğimiz yerlere sürdüler. ben çok yalnız kaldım çok yenildim, çok üşüdüm çok düşündüm sevgili... ama ölmedim, ölmedik...
özgürlüğümüzü aldılar sevgili daha ne diyeyim... cesaretimizi, hevesimizi aldılar... ne dersin jelatini yıllar önce açılmış bir hayat aynı tazelikte yeniden yaşanabilir mi?

Koyu sarı ve lacivert...

"Her şeye yeniden başlayınız!" denilse o beyaz ellerle...

"Üzerinizde ki 'ölü' toprağını silkin ve koşturmaya başlayın, çocukluk bahçenizde"

Hiçbir şeye başlamak istemezdik o yeni yetme ellerle...

Küçük yanlışların mimarı o küçük eller.. Yanlış yollara 'tay tay' yürüyen o ayaklar biziz...

Ve geldik...

Büyüttü bizi öldürmeyen acılarımız evet ve susturdu bazıları da...

Mavi önlüklerimiz koşturdu bizi hayatın bahçelerinde, savurdu...Yakalarımızı beyaz tutma telaşı anı yakalamamıza taş koydu!

Biz memnunuz halimizden şimdi, yine de böyle yalnız, bir başına, güzel...

Yalnızlığımız bizi başkalarının cehenneminden korudu!

Sevinçlerimiz iki dudağımızın arasında kaldı bir tek..

Derdimiz kendimizde kaldı...

Ama dedim ya güzel...

Sadece biraz koyu sarı şimdi güneş ve mavilerimiz laciverte çaldı... Yüzümüzü aydınlatan, o sarı kafalarımızı parlatan güneşli mavi günler önlüklerimizin üzerinde kaldı!

23 Ekim 2013 Çarşamba

Mezarlık AVM: Ölümüne alışveriş

Geçtiğimiz günlerde İzmit İsmet Paşa stadının yıkılıp yerine AVM ve konut yapılacağı haberi ajanslara düşünce kendimi bir fikir jimnastiği içinde buldum. ‘Parklar ve statlardan başka, ‘yeşil’ olan neyin üzerine AVM dikebiliriz?’

Aklıma mezarlıklar geldi. Sonra kendi kendime abarttığımı düşündüm ve mesele üstüne kalem oynatmaktan vazgeçtim ki Başbakan’ın açıklaması geldi. Erdoğan ODTÜ’deki ‘yol’ tartışmalarıyla ilgili; ‘Yol için gerekirse cami bile yıkarız’ dedi.

Yol için bu memlekette cami yıkılır mı, bilmiyorum ama rant için hemen her şeyin yapılabildiğini görüyoruz, görmeye de devam edeceğiz sanırım.

O yüzden yarın öbür gün ‘Ayasofya’ ve ‘Sultanahmet’ moving yöntemiyle, asılları korunarak Beylikdüzü’ne falan taşınırsa şaşırmamak lazım.

‘Gitsinler filmlerini biraz ilerde seyretsinler’ diyen zihniyet biraz daha ‘emek’ sarf edilirse ‘Gitsinler namazlarını biraz ilerde kılsınlar’ noktasına da getirilebilir.

Başkakan ‘cami’ imgesini seçerek, mevzuya ne kadar ciddi baktığını anlatmanın yanında, tarihi ehemmiyeti olmayan ama şehrin köşe başlarını tutan ibadethanelerin, ‘ederlerini buldukları takdirde’ yerlerini AVM ve otele bırakabileceklerinin yolunu da ‘yolunu’ da yapıyor olabilir.

Elbette bunlar en uç ve imkânsıza yakın örnekler. Fakat, durum öyle bir hal aldı ki, ülkeye bakılınca memleket, medeniyet, kültürhane, ibadethane, saadethane değil, metre metre arazi görülüyor. Ve altında üstünde ne olduğu da çok önemli değil gibi.

Yani benim 'Mezarlık AVM' projem de çok çılgın bir proje değil. B2 mezarlık, B1 otopark. Üst taraf dükkanlar, yemek salonları en tepede sultanlara layık odalar… Fazla böbürlenme padişahım en alt katta mezarlık var! Hem mottosu da hazır; Mezarlık AVM: Ölümüne alışveriş.

Maksat ‘alış-veriş’imiz tam olsun sevgili okur, sinemamız, tiyatromuz, camimiz eksik olsa da olur. Yeter ki, aldığımız verdiğimize denk olsun! Tarihimiz, anılarımız, şehir hafızamız yıkılsa da olur…

19 Ekim 2013 Cumartesi

Azalan bayramlar...

Cuma akşamüstü işten eve dönerken minibüste kulağıma çalındı; bir Candan Erçetin şarkısı: Dünyada ölümden başkası yalan!

 Aslında bir doğum günü için Taksim istikametine gitmem gerekirken aldığım bir ölüm haberi diğerlerinin yanına-üstüne eklenince bir ‘kutlama’ya katılmaktan çok bir battaniyenin altına girmek istediğimi fark ettim. 

Hayat bazen düğünleri çoğaltıyor insanın hayatında… Çeyrek altınlar, damat halayları, Ankara havaları… Bazen de doğumları; maşallahlar, ilk adımlar, anneler-babalar-mamalar. Ve nihayetinde ölümleri ne yazık ki!

Aslında her gidiş tek ve özel, ama insan ‘ölümlü dünya’ diye ikna ediyor kendini, eğer giden gençliğini çoktan devirmişse.

 
Ve fakat buraları terk eden bir çocuk olunca işin rengi iyiden iyiye değişiyor.

 
Onun yaşama sevinciyle dolu gözlerini, zekasını, becerisini görmüşseniz… Hastalığına inat gülüşünü görmüşseniz. Sizi, yapmayı bir türlü beceremediğiniz maket eve rağmen sevişine tanıklık ettiyseniz…

 
Hele mümkünsüzü zorlayan annesinin hastalığını ‘iyi etmek’ için ilaç almaya gittiği sırada evde vefat ettiğini öğrenmişseniz minik devin…

 
Bu yazıyı yazıp yazmamakta çok tereddüt ettim. Yanlış anlatmaktan, yanlış anlaşılmaktan, birçok şeyden çekindim.

 Ama üstü kapalı da olsa bahsetmem gerektiğine inandım. Bu kahraman çocuklar ve anneler diyarından.

 
Hastalığı nedeniyle uzun zamandır solunum sorunu çeken çocuğunu son yolculuğunu ‘oğlum artık rahat nefes alabilecek’ diyerek yollayan yürekli anneyi anlatmak istedim.

 
Bazen hayat bayramları azaltıyor insanın hayatında.

 
Bazı evlerde bu bayram gözyaşı demek olacak, artık bayramlaşılamayacak anneler-babalar, harçlık alınamayacak dedeler. En beteri de kaybedilen evlatlar. Kim bilir kaç annenin eli mahzun kalacak kim bilir kaç baba gözyaşlarını saklayacak. Kaç evde azalacak bayram…

 
Hâlâ azalmadıysa bayramınız, şanslısınız, doya doya kutlayın…

 
Ve mümkünse, bir yerinden dokunun hayatlarına bu minik savaşçıların… En ufak bir aksilikte yelkenleri suya indirdiğimiz bir dünyada, ‘bir cehennemi bayrama çevirmeyi deniyorlar!’ Ve onlardan çok bizim onlara ihtiyacımız var…


Ömür,
Masalmış meğer,
Eksildi güneş gidişinle.
Rahatız, -bir tek- ‘ölümsüz’ gülüşünle…

 

28 Temmuz 2013 Pazar

İstanbul'un yeni belediye başkanı kim olur?

İstanbul’un seçimle belirlenen ilk belediye başkanı Haşim İşcan. Hani Taksim'e giderken bol bol atından geçtiğimiz. Sene 1963.

'Büyük' şehir statüsüne geçilmesinin ardından ipi ilk göğüsleyense Bedrettin Dalan. Onu Nurettin Sözen ve Recep Tayyip Erdoğan izliyor. Şehrin uzun tarihinin belediye başkanları tarihi sanıldığı kadar uzun boylu değil.

Kulislerde birer ikişer isimler ortaya atılmaya, müstakbel başkan adayları totosu oynanmaya başlayınca ben de işi bir adım öteye götürüp '2014 İstanbul'u kim kazanır' diye düşündüm ve şu ana kadarki bilgileri rakamlarla harmanladım. İşte ortaya çıkanlar:


SHP adayı Nurettin Sözen 1989'da oyların yüzde 36'sını alarak belediye başkanı olmuş. O dönem SHP ve DSP toplam oyların yüzde 49.5'ini almış. ANAP, DYP ve Refah Partisi oylarının toplamı da 49.07. Sağ partiler de sol partiler de evdeki yüzde ellilerini sandığa yığmışlar.

İstanbul'da Tayyip Erdoğan dönemi


Tarihle
r 1994'ü gösterdiğindeyse İstanbul kendini çetin ceviz bir seçimin içinde buluyor ve Recep Tayyip Erdoğan yüzde 25,5 oranında oyla yedi tepelinin yeni başkanı oluyor. ANAP'sa yüzde 24,5 oyla ikinci.

Bir önceki seçimde yüzde 50 barajına dayanan
SHP ve DSP'nin oyu ciddi bir gerilemeyle yüzde 31,5 oluyor. RP, ANAP ve DYP ise toplam oylarıysa yüzde 62,6 ya kadar yükselmiş.

Refah kapatılınca...


1999 yılında, Refah Partisi'nin kapatılmasının ardından seçimlere Fazilet Partisi
adayı olarak giren Ali Müfit Gürtüna yüzde 26 oyla İstanbul'un yeni başkanı oluyor. Buna karşın ANAP ve DYP oyları da hesaba katıldığında bu üç partinin oylarının yüzde 50,8'e gerilediği görülüyor. Önceki seçimlerde varlık göstermeyen MHP'nin de bu seçimde 7,5'luk bir oy oranı aldığını da denkleme eklemekte fayda var.

Yüzde 21,4'le seçimden ikinci ayrılan DSP'nin oylarına SHP'den sahneyi devralan CHP oylarını eklediğimizde ulaşılan rakamsa yüzde 35,2. AK Parti'nin 2002 iktidarı akabindeki ilk yerel seçimlerde AKP yüzde 41.70 gibi sansasyonel bir oyla alıyor şehrin anahtarını. CHP'nin yüzde 26'da kaldığı 2004 seçimlerinde ANAP, DYP ve Saadet Partisi'nin toplam oy oranı 14,9. MHP'nin yüzde 5 oy aldığı seçimlerde DSP yüzde 1,73 ile adeta dibe vuruyor.

Hafımızda tazeliğini koruyan 2009 seçimlerindeyse Kadir Topbaş'ın karşısına Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi çıkmış yoğun bir kampanya sonunda belli bir başı yakalasalar da yüzde 31.2 ile ancak ikinci olabilmişlerdi. Topbaş yüzde 39.77 ile ikinci kez ipi göğüslemişti.

Bu seçimdeki dikkat çeken iki anekdotsa Numan Kurtulmuş rüzgârlı Saadet Partisi'nin yüzde 5 civarı oyu ve MHP'nin yüzde 16'sıy. CHP dışındaki sol oyları silkelediğimizde karşımıza yüzde 3 gibi bir rakam çıkıyor.

Peki 2014'te ne olur?

Gelelim bugüne. Başbakan 'Gezi' sürecinin en sıcak günlerinde verdiği 'Bir derdiniz varsa sandıkta hesaplaşalım' mesajı vermesiyle bu yerel seçimlerin özellikle İstanbul için çok farklı bir anlamı var.

AKP de CHP de İstanbul'u hiç bu kadar istememişlerdir diye tahmin ediyorum. Çünkü olası bir seçim zaferi bir şehrin alınmasından/korunmasında çok daha farklı anlamlar ifade edecek.

AK Parti'nin adayı kim olacak?

Başbakan "Beni yenebiliyorsanız sandıkta yenin" dediği, 'İstanbul' için her türlü önlemi alacaktır. Kadir Topbaş'ın iki dönemdir aldığı hatırı sayılır oy oranı ve üçüncü dönem istekliliğine rağmen adaylığının garanti olmadığı malum. Alternatif isimlerden Binali Yıldırım'ın rotası İzmir'e çevrilince ön plana çıkan isim Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış. İstanbul'un sürpriz ismiyse Başbakan yardımcısı Ali Babacan.

Aday kim olursa olsun AKP'nin İstanbul'da yüzde 40 düzeyinde bir potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz.

'Karşı cephede durum vaziyet nedir?' diye baktığımızda karşımıza çıkan ilk iki isim Mustafa Sarıgül ve Sırrı Süreyya Önder.


Gezi'nin iki aday lüksü var mı?
Herkes Gezi'ye bir kıyafet biçmeye çalışıyor biz o çaba içinde olmayacağız, ama sandığa giden Gezicileri kabaca Mustafa Kemal'in askerleri ve Mustafa Keser'in askerleri olarak ayırmak çok yanlış olmaz diye düşünüyorum.

CHP İstanbul adayı olması beklenen Mustafa Sarıgül'ün Mustafa Kemal'in askerlerinin 'evet' diyeceği bir isim olduğu, Sırrı Süreyya Önder'in de Mustafa Keser'in askerlerinin favorisi olduğu söylemek de aynı şekilde.

Daha geniş kitlelere ulaşma açısından, "düğün evinin tefçisi ölü evinin yasçısı" Mustafa Sarıgül bir adım önde görünüyor.

Gezi'nin bir numaralı kahramanı Sırrı Süreyya Önder dün İstanbul için bağımsız adaylığı için sinyal verince hesaplar biraz karıştı.

Rakamlara bakılırsa Gezi'den çıkacak iki başkan adayı tek bir şeye işaret ediyor: İstanbul'da üçün dönem AK Parti iktidarı.

Gezi'nin uzlaşmayla imtihanı

Mustafa Kemal'in askerleriyle Mustafa Keser'in askerleri asgari bir müşterekte uzlaşamazlarsa İstanbul'un mazbatası üçüncü dönem de AK Parti'nin elinde kalacak gibi gözüküyor.

Geçmiş dönem verilerine baktığımızda en az 3 adaylı bir yarış AK Parti adayı dışında bir sonucu mümkünsüz kılıyor.

Kendi sahasında ve deplasmanda çok puan kaybeden muhalefet için İstanbul bir fırsat, ama işleri çok da kolay görünmüyor.

Kılıçdaroğlu'nun önce Mustafa Kemal'in askerlerini ikna etmesi sonra rakamlar arası fevkalede iyi olan MHP liderinden yüzde 16'nın en azından bir kısmını borç istemesi gerekiyor. Saadet Partisi'nin yüzde 5'i bile çok kavga çıkarır seçim yaklaştıkça.

Bekleyelim ve görelim, bakalım 2014'te İstanbul'u kim fethedecek?


27 Temmuz 2013 Cumartesi

Kadınlar sokakta nasıl yürümeli?


Kadınlar...

İlk 'a'sını uzatarak hem de 'bayan' dediğimiz, güzel seslenemediğimiz kadınlar. Uğruna dağları deldiğimiz, yaptıkları hoşumuza gitmediğinde bağrını deldiğimiz kadınlar...

2012 yılında tam 159 kadın erkek eliyle katledilmiş. Avrupalı dersin, Fransa dersin. Aynı yıl oradaki rakamsa 148.

Biz onları ne zaman çok sevsek kaldırımlar kırmızıya boyanıyor yani! Boylu boyunca uzanıyorlar sokak ortasına. Konuşamıyor ölü kadınlar.

Dünyada tüm sağlık çalışanlarının yüzde 75'i kadın. Biz onları öldürdükçe bizi hayatta tutmaya direnen hemşireler, doktorlar yani.

Çocuk Esirgeme Kurumu Sosyal Hizmetler, Emniyet Çocuk Büroları ile adli sicil bültenleri verilerine göre, son 20 yılda aile içinde birinci yakınları ve akrabalarının ensest istismarına uğrayan çocuk sayısının 350-400 bin civarında.

Aynı veriler Türkiye'de her 4 saatte bir tecavüz suçu işlendiğini ortaya koyuyor.

Çocuğu istismar eden kişilerin yüzde 80’i çocuğun ebeveyni ya da çocuğu yakından tanıyan kişiler. Türkiye, Google arama motorunda “child porn/çocuk pornosu” kelimeleriyle en çok arama yapılan ülke. 13-19 yaş grubu cinsel görüntü aramasında da dünya birincisi.

Sokaklarımızda, caddelerimizde böyle insanlar dolaşıyor maalesef. Metroda yanımıza oturuyorlar, minibüste ücretlerini uzatıyoruz. Ülkenin kadın dedektörleri, ölüm makineleri, sübyancıları...

Ülke erkekleri olarak sokağa çıkacak yüzümüz kalmayacağına, onların sokaktaki hallerine kafayı takıyoruz.

Kadınların sokaklarda nasıl dolaştığına değil bizim hangi kafayla yollarda dolaştığımıza bakmamız lazım, mutlaka...

Onlar nerede, nasıl yürüyeceklerini bilirler. Biz gölge etmeyelim, taciz etmeyelim, tecavüz etmeyelim yeter.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

57 dakika


Bugün bizim servis beni indireceği Şirinevler'e girmek istemedi. Geçen hafta aynı yerde çok tıkanmışlar. "Oraya girmesem nasıl olur" dedi, şoförümüz. "Sizin içi harika bir şey olur herhalde" dedim, "Peki ben ne yapacağım?" İki öneri getirdi, birini kabul ettim. Büyük bir iyilik değil. "Tam '57 dakika' kaldık geçen hafta, sağ ol." Ona da söyledim, büyük bir iyilik değil.

*****

Yarın anneler günü. Eskiden özel günlere daha mesafeliydim... Şimdi öyle değil. 'Mutluluk' ne kadar uzak bir hayalse 'sevinçli zamanlar' da o kadar yakınımızda. Ve insan birinin sevinçli zamanlarını artıracaksa en iyi tercihlerden biri annesi.

Biz bu yıl ona 'saç dönüştürücü' gibi bir şey almaya karar verdik. Arkadaşım ikna olmasa da saç düzleştiriciden çok ilerde ve o ölçüde farklı bir cihaz. Şaka bir yana o ne alacak annesine onu da merak ediyorum doğrusu.

*****

Ofisten çıkarken Hatay'daki patlamada ölenlerin sayısı 40'a yükselmişti. Bu yazıyı yazarken bilerek bakmıyorum yeni bilgilere.. Kim bilir kaç anne, kaç çocuk. Artık birbirlerine ayıracak hiç zamanı olmayan insanlar...


******

Servis şoförü haklı, hiç sapmamak lazım Şirinevler'e. İnsan bir an evvel gitmeli sevdiklerine. Onlarla güzel zamanlar geçirmeli, kendine zamanlar artırmalı...

Hayattan kaç 57 dakika harcadığımız belli ama geriye ne kadar kaldığı meçhul çünkü. Pimini kimin çektiği belli olmayan bir bombayla yok olabiliyor hayatlar. Bir yerde sustular derken bir başka yerde ağlamaya başlayabiliyor analar... O yüzden hiç vakit kaybetmemeli.

Umarım servistekiler de hiç oyalanmamışlar ve onlara hediye ettiğim bu zamanı iyi değerlendirmişlerdir. Tahmin ettiğimden biraz çok yürüdüm çünkü...


6 Mayıs 2013 Pazartesi

Öldün gibi bir şey, öldüm gibi bir şey!

Metrobüs yolculukları tren yolculuklarına benzemez. Bindiğiniz durak vardır bir. Bir de indiğiniz. Aradakilerden öylece geçip gidersiniz. İnsan işe yetişme telaşında çok şey düşünemez. Ben hep öyle yaparım, yapardım bugün hariç. Boş birini yakalayıp sırtımı kapıya ve dışarıya dayadım. Bir şeyler okurken bir çoğunu harcadım semtlerinin. Elimdekini kapatıp yüzümü dışarıya döndüm. Gök silme bulut silme gri. Sanki sabah değil akşam oluyor. Çok sevdim. Bir teneffüs mutluğu, bir ilk gençlik telaşı, lacivert kravatlara sinmiş neşe gibi bir neşe. Okmeydanı. O an duralım istedim hep beraber cümleten her şey. Kapı çalmış da durdurmuşuz seyrettiğimiz bir filmi, öyle duralım. O griliğin ortasında henüz yağmur yağmamış ve kimse ıslanmamışken. Günahlarımızın bile hesabını vermeyelim. Sadece çıkıp o durduğumuz şeye bakalım. O hengamede görmediklerimize, merhem olamadığımız berelerimize bakalım... Metrobüsler durmaz. Duraksız ve arızasız. Durmadı metrobüs devam etti. Grilik durmadı, yağmur yağmadı. 07-05-2013

24 Mart 2013 Pazar

Mutlak bir barış mümkün mü?

Türkiye'de 'makul' insan olmak zor zanaat. Ömrünüz hep birilerini anlamaya çalışmakla geçiyor. Son yirmi-yirmi beş yılımız; Kürtleri, Alevileri, Beyaz Türkleri, İmam Hatiplileri, başörtülüleri, devleti, cumhuriyetçileri, askerleri, hatta teröristleri anlamaya çalışarak geçti.

Haksızlığa uğrayanlar değişti, haksızlık yapanlar değişti ama, bizim 'The Pursuit of Happyness' filmindeki Will Smith kararlılığındaki empati çabamız değişmedi.

Kaç kişiyiz bilmiyorum. Muhtemelen sosyal medyada öğle yemeğinin fotoğrafını paylaşanların sayısından çok daha az.

Söylediklerimiz büyük laflar değil. Kürt olman önemli değil Türk olman da. İster inan ister inanma, ama başkasının nasıl olduğuna da burnunu sokma minvalinde, insanlığın başlangıç düzeyinde şeyler. Ama maalesef olduğumuz yerin epey ilerisinde.

Bu bahar barış rüzgarlarıyla başladı, ne güzel! Annelerini penceresiz bırakıp giden genç bedenlere yenileri eklenmeyecek olma ihtimali ne güzel!

Ve fakat Abdullah Öcalan'ın mektubu, Murat Karayılan'ın açıklaması, İsrail cephesinden gelen özür art arda gelip Norveç normallerinin bile üstüne çıkınca bünyeye 'ince' bir şüphe sızıverdi...

Bugün İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun Türkiye'yle artan Suriye tehdidini bertaraf etmek için barıştık" açıklaması o şüpheyi daha da güçlendirdi.

Eğer tüm bu olup biten, Türkiye'yi dertlerinden arındırılıp, en kuvvetli haliyle, İsraille el ele Suriye'nin, akabinde İran'ın üstüne sürmeye yönelik bir senaryoysa, Öcalan'ın Çanakkale'de 'Birlikte savaşmıştık' göndermesi birlikte bir barışın değil beraber savaşın önizlemesiyse, savaşın sadece adı ve tarafları değişecek anneler başka cephelerde penceresiz kalacaksa...

Biz sizinle
'aynı barış'a iman etmiyoruz demektir.

Artık daha iyi anlıyoruz ki, barış, önderlerin, akil adamların, başbakanların,  'ol' demesiyle ya da konjonktürün öyle gerektirmesiyle, olmuyor maalesef. Oluyormuş gibi oluyor, ama olmuyor...

O yüzden 'Halkların kardeşliği' tuğlalarını ancak  biz taşırsak bina edilebilir...

O ZAMAN HAZIR MEVSİM MÜSAİTKEN

O zaman hazır mevsim de müsaitken, ilk zil çalsa yeniden ve sınıflarımıza koşsak, unutsak tüm bildiklerimizi, o güzel çocuklar olsak yine ve bu sefer böyle büyümesek...

Karşımızdakine saygıyı öğrensek ilkin, Ali topu atmadan ve Işık ılık süt içmeden, laik ve dindar olmadan, budist ya da ateist de olmadan, tümünden evvel...

Mutlak bir “sulh” bulabilsek, Oya okula koşmadan, Ömer mısır sevmeden, iş işten geçmeden ...

Söz versek kendimize, insanlığın tarifini, kendimiz üzerinden yapmamaya, ant içsek...

Ve öyle güzel becersek ki bunu, yıllar sonra hiç kimsenin yazısında bir Sabancı kuruluşunu hatırlatacak kadar “sa” olmasa.

Şimdi, ilk zil çalsa ve ABC’den başlayıp yeniden çalışsak insanlık alfabesini, tümden çocuk, tümden çabuk olsak...

Ali topu atmadan, Emel eve gelmeden, atı alan Üsküdar'ı geçmeden önce...

18 Şubat 2013 Pazartesi

Nazım Hikmet şiirleri okumak yasaklanmalı

Yedi kişilik devasa sayılabilecek bir ekiple Taksim Küçük Sahnesi'nin kapısını çalıyoruz. Artık Aziz Nesin Sahnesi', AKM'de 'Büyük Salon' keyfi olmayınca DT'nin bina olarak tutunulabilecek ender duraklarından biri Küçük Sahne.

1877’de inşa edilen Atlas Pasajı'ndaki salon, akıllı telefonlara, önemli işlere, koşuşturmaya bir saat ara verip kendinizi en az yüz yıl öncesinde hissedebileceğiniz bir atmosfer sunuyor izleyicisine.


Büyük şairin 110. doğum yılı anısına Metin Bilgin tarafında sahneye konan oyun Nazım'a kendi sözleriyle de selam etmiş oluyor. 'Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni'


Şiir sahneye çıkıyorsa bir hikâyeye bürünmeli, adı oyun ya da şiir gösterisi olsa da! Üstadın Abidin Dino'ya seslendiği, "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama. ...Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?" müthiş dizelerinde ayna oyunlarıyla bu hissiyatı yakalıyoruz ama bunu bütün oyunda göründüğünü söylemek çok da mümkün değil.

Nazım'ın hapis yıllarını, Piraye'ye özlemini, oğluna hasretine dokunamıyoruz! Dizeler, dekor ve görsellikle yeterince desteklenmiyor. Böyle olunca da sahnede edilen kelamlar onu ilk yapanın söylediklerine tekrara dönüyor ki, bunu yapan kişi Metin Belgin bile olsa, ister ister istemez Nazım'ın söylediklerine yetişemiyor.

Bir hafta içi yorgunluğu ve 'Uzun Sürmüş Günün Akşamı' etkisini de hesaba katmak ve eleştiride temkin olmak gerekebilir belki ama işin içine Metin Belgin ve hele ki Nazım Hikmet girince beklenti biraz daha yüksek oluyor tabi.


Harikulade iyi bir ses ve diksiyon ne yazık ki şiiri karşıya geçirebilmek için yeterli değil.


Tabi tüm bunları söylerken Devlet Tiyatroları'nın her zaman belli bir seviye ve kalitesi olduğunu hatırlatmaya sanırım gerek yok. Ekipten birçok kişinin de benimle aynı fikirde olmadığı ve Küçük Sahne'den büyük mutlulukla ayrıldığını ilave etmekte de fayda var.

Onun için karar vermek için gidip kendiniz bakmanız en iyisi!

Bana kalırsa Nazım Hikmet'in illa bir şeyi yasaklanacakca, kamuya açık alanlarda şiirlerinin sesli okunması yasaklanamalı. Gerçi yasak neresinden tutarsanız nahoş bir kelime. Gelin biz ona yasak demeyelim de 'özel izne tabi olmalı' diyelim. Benim bu konudaki oyum, içinde bulunduğumuz zaman için Genco Erkal'a gider!

Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken...