15 Haziran 2014 Pazar

Haziranda yaşamak zor

Kaç göz gezmeli insan seninkiler gibisini görmek için
Kaç şehir… AVM’siz bir meydan bulmak için.
Ne kadar çok çalışıyoruz
Ne kadar çok önem veriyoruz Atatürklü o kağıda.
Hâlbuki 301 baba eksik gideceğiz bu sene
Çocuklara karne hediyesi almaya.
Kaç göz gezer insan. O turuncu beneklere denk gelmek için.
Kaç sofra…  Makyajsız bir sohbet bulabilmek için
Yağmur ne güzel yağdı bu sabah.
Yağmur ne güzel yağmıştı o akşam.

Bir şiir yazmalı: Haziranda yaşamak da zor  1 Haziran 2014 (12:24)

1 Haziran 2014 Pazar

Ne yaptıysak nafile...

Maslowska- Jarzyna ikilisi eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde. 'Ne Yaptıysak Nafile' poponuzu olmasa da kalbinizi yakan bir oyun.'

Dorata Maslowska yazdığı oyunun adını ilk duyduğumda Yılmaz Erdoğan’ın ‘Yok bre yok, ne etsek olmuyorun ranza arkadaşıyım’ dizeleri dönmüştü kulağımda. 

Bir türlü gelmeyen bahar ve ülkenin genel psikolojik-sosyolojik durumuna da uymuyor desek yalan: ‘Ne yaptıysak nafile!’ 

Yoğun yağmura rağmen kilitlenmeyen İstanbul trafiği biraz zaman açınca 19. Tiyatro festivalinden önce AKM’ye uğradım. Polis çapraz nöbeti, kırık camlar, gün geçtikçe daha yorgun duran kolonlar, henüz merdivenlerinden kelepçelenmiş Aziz Nesin Sahnesi… AKM, gri Taksim Meydanı’nın kapkara hayaleti! 

Bu kısa ziyaretten sonra rota Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesi. 

Maslowska ilk romanını 19 yaşında üniversiteye hazırlandığı esnada yazmış Polonyalı genç bir kadın yazar ve hâlâ 30 yaşının altında. 

Festivalin açılışını yapan ve Grzegorz Jarzyna rejisiyle izlediğimiz ‘Ne Yaptıysak Nafile’ de onun ilk tiyatro oyunu. 

Metin ağırlıklı oyunun Lehçe olması ve Türkçe üstyazıyla izlenmesi biraz fiziki mağduriyet yaratsa mizahi üslubun vuruculuğunun hakkını teslim etmek gerekiyor. 

İnsan ‘dünyada herkesin Polonyalı olduğu ve sadece Lehçe bildiği’ günlere gidip oyunu bir de öyle izlemek istiyor. O zaman oyunculuk performanslarına ve sahnede olan bitene daha çok odaklanmak mümkün olurdu. Ama böylesi de ziyadesiyle iyi… 

Varşova'da eski ve tek odalı bir apartman dairesinde yaşayan bir ailenin (anne, kız, anneanne) ve aynı evde belki başka belki aynı zamanda 'Atlı Giden At' filminin senaryosunu yazmaya çalışan senaristin birbirine karışan hikâyeleri ve evin ortasında her daim açık bir televizyon. 

Popüler dünyanın ve ulusların kabul ettiği kalıp yargılardan yanılsamalarından yola çıkıp dünyanın gerçeğine ulaşmaya çalışıyoruz. 

Bir yandan hikâyedeki karakterler gerçekten yaşıyor mu, emin olamıyorsanız, ama öte yandan da Polonya'yı Türkiye , Varşova'yı İstanbul yazsanız da olur, çünkü hiçbir şeye yabancı kalmıyorsunuz. 



Maslowska bir röportajda üslubunu; 'Sanırım üçte biri reklamlardan alınmış cümleler, sonra bir parçacık şiir ve ilkokul üçüncü sınıftan kalma ilmihal parçaları' olarak tarif ediyor, ama bu metni bu alçakgönüllülüğe ya da bir tesadüfler silsilesine bağlamak ve yazarın elini korkak alıştırmayan, kalemini izleyicinin üstüne süren tarzını görmezden gelmek haksızlık olur. 

Yazarı kendi açıklamalarından yola çıkıp ‘Çok oyun izlemiyor, tiyatro mevzuna çok hâkim değil’ diye eleştirmek de çok yerinde olmayabilir. 

Kim bilir belki de gerçekler bizim sandığımız kadar yüce, entelektüel ya da karmaşık yerlerde değil bir çocuk saflığında, kafiyelerden umarsız yazılmış bir lise şiirindedir. 

Ve Maslowska- Jarzyna ortaklığının bu gerçeği yüzümüze oldukça lezzetli bir metinle vurmakta çok mahir olduklarını söylemek lazım! İkili, eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde… Poponuzu olmasa da kalbinizi yakıyor. 

‘Herkes bir şekilde yaşamamak ister!’ diyor, ‘Ne Yaptıysak Nafile…’ 

Sahi bu dünyada bir yaşam mümkün değil mi? AVM’siz ATM’siz bir alışveriş. Telefonsuz, televizyonsuz bir iletişim mümkünsüz mü? 

Bu taksitler, ankastre mutfaklar, bir site ve bir televizyon içinde yaşarmış gibi yapmalar, nereye kadar sürecek sizce? Sonsuza kadar mı? Biraz daha erken bitebilir! 

Ben savaşın patlak verdiği günü hatırlıyorum’ diyor, anneanne, ‘Fiyat savaşının mı?’ diyor, küçük metal kız. 
Oyunda ara ara kapı çalıyor ve ‘II. Dünya Savaşı’ geliyor. ‘II. Dünya Savaşı yeniden gelmeden’, diyor Metal Kız ara ara... 

Dekor renkleri mi, anneannenin tekerlekli sandalyesi mi, bilmiyorum, ama Berkun Oya’lı Ali Atay’lı Yangın Duası’nı hatırlatıyor oyun. 

Yaşamak için bir yangın çıkmasını bekleyen insanların hikâyesi? 

Biz de bir savaş mı bekliyoruz yaşamak için? İkinci dünya savaşının yeniden gelmesini… 

AVM’ler bize bu eski ya da yenilenmiş savaşlarda yardımcı olabilir mi? Beraber ölmek için belki! 

Ben yeni sezon ürünleri arasında ölmek isterim mesela. İndirimli ürünler arasında ölmek bana yakışmaz. Kimileri teknoloji reyonunda vermek ister son nefesini. Belki de halihazırda veriyordur ha? 

Beylikdüzü AVM düştü, Bakırköy AVM hâlâ bizde. İstinye sırtlarına kadar çekildik! Alışveriş merkezleri toplama kampları, ‘Mohaç Meydanları’ olabilir yeniden gelecek savaşların. 

Şimdi sokaktaki Suriyeliler bize başkalarının savaşları gibi gelebilir. Kendi hataları! Ama dünya bir kere savaşmaya başladığında aslı hiçbir savaş başkasının savaşı olmuyor. 

Oyunun tatminkâr ve tempolu bir finalle bittiğini söylemek lazım. Bunların hepsi yönetmenin hanesine yazılan artılar. Ve Grzegorz Jarzyna bu akşam ve yarın akşam ‘Nosferatu’ oyunuyla izleyiciyle buluşacak. 

Ve eğer yaşamak için bir savaş bekliyorsak, II. Dünya Savaşı’nın ya da Kurtuluş Savaşı’nın yeniden gelmesini, muharebeler insanları yaşatmaya değil sadece öldürmeye yarıyor! Hatırlatmakta fayda var… 
YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN...