Aylan Kurdi’nin cansız bedeni, 2 Eylül’de Bodrum sahiline vurduğunda adeta yer yerinden oynadı. O yüzüstü fotoğraf hepimizi ters tüz etti. Ama sonra alıştık, şimdi daha sessiz vuruyorlar karaya. Biri anne karnında olmak üzere o günden bugüne sayabildiğimiz toplam 19 çocuk!
Aylan Kurdi’nin 2012’de Kobani’de başlayan hayatı 2015 sonbaharında Bodrum’da sona erdi. Tatilcilerin bir kısmının egeyi en güzel kabul ettiği zamanında.
O yüzüstü fotoğraf hepimizi ters tüz etti. Sonra gene kulaçladık dağları denize dik uzanan ve sahiline ölü çocuklar vuran ege mavisini… Serindi, güzeldi, işlerimiz çok yoğundu, yıllık iznimize o vakte denk gelmişti ve dünyadaki tüm yanlışları da biz düzeltemezdik! Kimimiz onun gibi yüzüstü bazılarımız da sırtüstü bıraktık kendimizi onun kendini bıraktığı yere...
Ertuğrul Özkök, Özgür Mumcu için ‘şanslı adam’ demişti, Ezgi Başaran’ın kitap tanıtım gecesinden notlarını kaleme alırken: “Bir ara Özgür Mumcu’yu görüyorum. Yanımızdan geçer geçmez, arkasından konuşmaya başlıyoruz. Herkes annesine ne kadar benzediğini söylüyor. Annesi çok güzel bir kadın. Özgür de çok yakışıklı bir erkek oldu. Cumhuriyet’te harika yazılar yazıyor. Yani Rod Stewart’ın “Some Guys Have All The Luck” şarkısında tarif edilen her bakımdan şanslı adam” Elbette Ertuğrul Özkök onu başka bir bağlamda söylüyordu ama: "Babası gözü önünde 'patlayan' bir çocuk ne kadar şanslı olabilirdi ki?" Aramızda böyle söylemiştik o yazıyı okuduktan sonra.
Aylan Kurdi’nin ölümünden sonra adeta dünya ayağa kalktı:
*Budapeşte'de bekleyen Suriyeli ve Afgan mülteciler Almanya ve Avusturya'ya doğru yürümeye başladılar. Almanya ve Avusturya gelen mültecilere sınırlarını açtı.*U2 grubu Torino'da verdiği konserlerinde ‘In the Name Of Love’ şarkısının sözlerini değiştirdi ve : "Bir adam dikenli tel çitine takılır. Bir çocuk boş bir sahilde mahvolur" dedi. Bono konserde seyircilere "Kalbi ve sınırları merhamete kapalı bir Avrupa mı yoksa kalbini açan bir Avrupa mı? diye sordu.
*İngiltere başbakanı David Cameron 20 bin mülteci daha kabul edebileceklerini açıkladı.
Özgür Mumcu ne kadar şanslıysa Aylan Kurdi de o kadar şanslı ama Aylan kendi ölümüyle, hiç tanımadığı insanlara daha iyi yaşama şansı vermiş, görmezden gelinen göçmen sorununun tüm dünyada görülmesini sağlamıştı.
Sonra sahillerimize ölü çocuklar vurmasına alıştık... 24 Aralık’ta Dikili’den Yunanis Midilli Adası’na geçmek isterken hayatlarını kaybeden 18 kişi ve 6’sı çocuk...
5 Ocak 2016’da ‘Ayvalık ve Dikili’de hayatlarını kaybeden 33 insan. Alabora olan bottan Türk ve Yunan Sahil güvenlik ekiplerince kurtarılan göçmenlerden Khalid isimli 2 yaşındaki çocuk hipotermiye girerek öldü. Nilgün Kaya’nın haberinden Altınova da kıyıya vuran 18 kişinin detaylı bilgisine ulaşabildik. 2 kız çocuk, 5 erkek çocuk, 6 yetişkin erkek ve 5 kadın hayatını kaybetmişti. Kadınlardan biri altı aylık hamileydi.
Ve son olarak geçtiğimiz cuma Çanakkale Ayvacık’ta 3’ü çocuk, 1‘i kadın 4 kişi... Ve artık tümden isimsizlerdi.
Ege’de ölen tüm çocukların adı Aylan’dı artık! Aralarında en şanslısı! Diğerlerinin sesi hiçbirimize ulaşmadı.. Artık BM’nin de U2’nun da David Cameron’un da ve nihayetinde bizim de onlarla ilgili söyleyecek bir sözümüz yoktu. Onlar Türkiye sahillerinin sükutla ölen çocuklarıydı! Gazete ve haber sitelerindeki yerleri ve süreleri günden güne azalan biri anne karnında olmak üzere bilebildiğimiz kadarıyla en az 19 çocuk!
Bugün 19 Ocak ve Hrant Dink’in ölümünün 9. yılı. Arat, Delal ve Sera… Babasının katillerinden habersiz üç şanslı çocuk daha!
buget tv
dünyayı, bir de "bu aptalın" kutusundan izleyin!
19 Ocak 2016 Salı
8 Eylül 2014 Pazartesi
Dimitri Amca’nın selamı 10 işçiye yetişmedi: ‘Her yere beton dikmeyin’
Rodos’tan Dimitri Amca’nın selamını yetiştiremeden 10 işçimizi yüksek katlı binalara feda ettik. Şimdi AKP’lisinden CHP’lisine, HDP’lisinden MHP’lisine hepimiz için karar zamanı!
Rodos’ta hem tarihi güzellikler hem deniz kum güneş turizmi iç içe. Beş günlük tatilin ikinci üçüncü gününde; Kalithea, Faliraki, Lindos üçgeninde yolumuz Dimitri Amca’nın el yapımı gümüşlerin satıldığı fabrika mağazasına düşüyor.
Dimitri Amca Türk olduğumuzu öğrenince cumhurbaşkanlığı seçimlerinden söz açıyor ‘Erdoğan’ yine seçildi diyor. Sonra sözü ‘Gezi’ye getiriyor. ‘Ağaçları nasıl koruduğunuzu televizyonda gördüm’, parkın adı aklına gelmiyor ama Gezi’den bahsediyor Dimitri Amca. ‘Biz burada eski binaları yıkacaksak yerine hemen ağaç dikiyoruz’ diyor. Türkçe ‘beton beton’, ‘her yer beton olmamalı’ diyor.
KOMŞU YEŞİLİNİ TARİHİNİ YERİNDE KORUYOR!
KOMŞU YEŞİLİNİ TARİHİNİ YERİNDE KORUYOR!
Dimitri Amca’yla konuştuğumuzun ertesi günü Kalithea’yi keşfediyoruz. Kalithea, Rodos’un şifalı sularıyla meşhur bir yöresi. Bölgeye 1929 yılında yapılan tesis birçok ülkeden ve dinden insanı misafir ettikten ve parlak yıllar geçirdikten sonra atıl hale gelmiş. Neden sonra Avrupa Birliği’nden alınan fonla ve Kalithea şehrinin yoğun çabalarıyla 2007’de kapılarını ziyaretçilerine tekrar açmış. ‘Doğa mimari ve tarihin eşsiz buluşması’ tanımını sonuna kadar hak ediyor. Rahatlıkla bir otel olarak kullanılabilecekken mekânın olduğu gibi korunarak restore edilmesi tercih edilmiş ve çok cüzi günlük ücretle halkın hizmetine açılmış. Eski metruk halinin fotoğraflarını ve yeni halini gördüğünüzde imrenmemek elde değil. Tuvalete giden yolu bile öyle güzel çinilerle döşemişler ki insanın çişi saygıdan geri kaçıyor.
SAMİ YEN FENER’E MEZAR OLMADI AMA…
Kalithea, Dimitri Amca Rodos, derken cumartesi İstanbul’a dönüş ve akşamında Ali Sami Yen faciası. Dimitri Amca’nın selamını 10 işçiye yetiştiremedik maalesef: ‘Her yere beton dikmeyin!’ Yıllarca dünyanın ve Türkiye’nin dev kulüplerini oraya dar eden sarı kırmızı ateşin sarısı Cimbom’la beraber Seyrantepe’ye çekildi sadece kırmızısı kaldı o inşaata ve o kapitalist çığlık inletti duvarları o akşam: Sami Yen işçilere mezar olacak!
ŞİRKETTEN TRAJİK AÇIKLAMA
‘Şirketten gece yarısı yapılan ilk açıklamada inşaatla ilgili tüm faaliyetlerin durdurulduğu bütün soruşturmalar tamamlandıktan ve güvenlik sistemleri defaatle gözden geçirildikten sonra tekrar faaliyete geçilecektir’ deniyor. Aman ne büyük lütuf! Onu insanlar ölmeden önce yapmak gerekmiyor mu?
ORAYI YIKIP YENİDEN YEŞİL ALAN YAPACAK İRADE VAR MI?
Rodos’da el yapımı gümüş takılar ve müzik aletleri yapan bir amcanın gördüğünü biz görmüyor olamayız değil mi? ‘Herkes neyin iyi neyin kötü olduğunu biliyor, ama bu iş dünyanın her yerinde aynı önce cepler sonra karınlar şişiyor’ diyor. Dimitri Amca. Buradaki rant sahipleri, sorumluluk sahipleri kimlerse milyonlarca dolardan vazgeçebilecekler mi mesela? Bu ranttan nasiplenenler asansörlerine kan bulaşanlar bu rezidanslardan para kazanmaktan, konforlu yaşamaktan vazgeçebilecekler mi mesela? Çok ağır bir bedel mi bu? 10 ömürden fazla mı mesela? 10 hayalden, yaşanacak 10 hayattan. Geride kalan 10larca gözü yaşlı insandan… Kırmızısı hepimizin eline bulaşan bu vahşet belki o zaman biraz hafifleyebilir.
ŞEHİT OLMAK ALLAH’LA KUL ARASINDA!
Ölen insanlarımızın şehit olduğundan bahsediliyor. Orada çalışan insanlar Müslüman olmasaydı ne diyecektik peki? Şehit olmak inanan insanların ahiretlerini kurtaran bir makam. Ve Allah’ın takdirinde. Devletlerin öncelikli görevi vatandaşlarını hayatta tutmak, bunun için gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak ve bunu denetlemek olmalı. Onların ölümlerine önem atfetmek değil. Ezcümle; onların öbür taraftaki makamlarında rahat edecek olmaları bizi buradaki makamlarımızda rahat ettirmemeli.
BALIK HAFIZAMIZA MI GÜVENİYORLAR?
Sıcak hikâyeler soğuduğunda, gündelik telaşlar yeni gündemler oluştuğunda, o asansörün aşağı indiğinden hızla gündemimizden inecek Ali Sami Yen. Şimdi şirket yetkilileri bu işte sorumluğu olan kim varsa şu günlerin geçmesini ve meselenin unutulacağı o günleri iple çekiyor. Ve emin olun ki o günler gelecek. Soma haberlerinin şu an ne kadar az okunduğunu görseniz şaşarsınız sevgili okur, unutuluyor, unutuyoruz!’ Belki de en çok ona güveniyorlar, balık hafızamıza!
HEPİMİZ BİR KARAR VERMELİYİZ
Böyle söyleyince siyaset eleştirisi gibi geliyor, ama değil. Bu daha büyük bir şey bir ülkenin geçmişi ve geleceğiyle ilgili bir karar. AKP’lisinden CHP’lisine HDP’lisinden MHP’lisine herkes elini taşın altına koymalı ve bir karar vermeli: Gördüğümüz her yere -insan hayatını hiçe sayarak- AVM, Rezidans mı dikeceğiz yoksa Dimitri Amca’nın selamına kulak mı vereceğiz? Bu topraklarda önümüzdeki on yılları şekillendirecek önemli sorulardan biri de bu.
15 Haziran 2014 Pazar
Haziranda yaşamak zor
Kaç
göz gezmeli insan seninkiler gibisini görmek için
Kaç
şehir… AVM’siz bir meydan bulmak için.
Ne
kadar çok çalışıyoruz
Ne
kadar çok önem veriyoruz Atatürklü o kağıda.
Hâlbuki
301 baba eksik gideceğiz bu sene
Çocuklara
karne hediyesi almaya.
Kaç
göz gezer insan. O turuncu beneklere denk gelmek için.
Kaç
sofra… Makyajsız bir sohbet bulabilmek için
Yağmur
ne güzel yağdı bu sabah.
Yağmur
ne güzel yağmıştı o akşam.
Bir
şiir yazmalı: Haziranda yaşamak da zor 1 Haziran 2014 (12:24)
1 Haziran 2014 Pazar
Ne yaptıysak nafile...
Maslowska- Jarzyna ikilisi eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde. 'Ne Yaptıysak Nafile' poponuzu olmasa da kalbinizi yakan bir oyun.'
Dorata Maslowska yazdığı oyunun adını ilk duyduğumda Yılmaz Erdoğan’ın ‘Yok bre yok, ne etsek olmuyorun ranza arkadaşıyım’ dizeleri dönmüştü kulağımda.
Bir türlü gelmeyen bahar ve ülkenin genel psikolojik-sosyolojik durumuna da uymuyor desek yalan: ‘Ne yaptıysak nafile!’
Yoğun yağmura rağmen kilitlenmeyen İstanbul trafiği biraz zaman açınca 19. Tiyatro festivalinden önce AKM’ye uğradım. Polis çapraz nöbeti, kırık camlar, gün geçtikçe daha yorgun duran kolonlar, henüz merdivenlerinden kelepçelenmiş Aziz Nesin Sahnesi… AKM, gri Taksim Meydanı’nın kapkara hayaleti!
Bu kısa ziyaretten sonra rota Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesi.
Maslowska ilk romanını 19 yaşında üniversiteye hazırlandığı esnada yazmış Polonyalı genç bir kadın yazar ve hâlâ 30 yaşının altında.
Festivalin açılışını yapan ve Grzegorz Jarzyna rejisiyle izlediğimiz ‘Ne Yaptıysak Nafile’ de onun ilk tiyatro oyunu.
Metin ağırlıklı oyunun Lehçe olması ve Türkçe üstyazıyla izlenmesi biraz fiziki mağduriyet yaratsa mizahi üslubun vuruculuğunun hakkını teslim etmek gerekiyor.
İnsan ‘dünyada herkesin Polonyalı olduğu ve sadece Lehçe bildiği’ günlere gidip oyunu bir de öyle izlemek istiyor. O zaman oyunculuk performanslarına ve sahnede olan bitene daha çok odaklanmak mümkün olurdu. Ama böylesi de ziyadesiyle iyi…
Varşova'da eski ve tek odalı bir apartman dairesinde yaşayan bir ailenin (anne, kız, anneanne) ve aynı evde belki başka belki aynı zamanda 'Atlı Giden At' filminin senaryosunu yazmaya çalışan senaristin birbirine karışan hikâyeleri ve evin ortasında her daim açık bir televizyon.
Popüler dünyanın ve ulusların kabul ettiği kalıp yargılardan yanılsamalarından yola çıkıp dünyanın gerçeğine ulaşmaya çalışıyoruz.
Bir yandan hikâyedeki karakterler gerçekten yaşıyor mu, emin olamıyorsanız, ama öte yandan da Polonya'yı Türkiye , Varşova'yı İstanbul yazsanız da olur, çünkü hiçbir şeye yabancı kalmıyorsunuz.
Maslowska bir röportajda üslubunu; 'Sanırım üçte biri reklamlardan alınmış cümleler, sonra bir parçacık şiir ve ilkokul üçüncü sınıftan kalma ilmihal parçaları' olarak tarif ediyor, ama bu metni bu alçakgönüllülüğe ya da bir tesadüfler silsilesine bağlamak ve yazarın elini korkak alıştırmayan, kalemini izleyicinin üstüne süren tarzını görmezden gelmek haksızlık olur.
Yazarı kendi açıklamalarından yola çıkıp ‘Çok oyun izlemiyor, tiyatro mevzuna çok hâkim değil’ diye eleştirmek de çok yerinde olmayabilir.
Kim bilir belki de gerçekler bizim sandığımız kadar yüce, entelektüel ya da karmaşık yerlerde değil bir çocuk saflığında, kafiyelerden umarsız yazılmış bir lise şiirindedir.
Ve Maslowska- Jarzyna ortaklığının bu gerçeği yüzümüze oldukça lezzetli bir metinle vurmakta çok mahir olduklarını söylemek lazım! İkili, eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde… Poponuzu olmasa da kalbinizi yakıyor.
‘Herkes bir şekilde yaşamamak ister!’ diyor, ‘Ne Yaptıysak Nafile…’
Sahi bu dünyada bir yaşam mümkün değil mi? AVM’siz ATM’siz bir alışveriş. Telefonsuz, televizyonsuz bir iletişim mümkünsüz mü?
Bu taksitler, ankastre mutfaklar, bir site ve bir televizyon içinde yaşarmış gibi yapmalar, nereye kadar sürecek sizce? Sonsuza kadar mı? Biraz daha erken bitebilir!
Ben savaşın patlak verdiği günü hatırlıyorum’ diyor, anneanne, ‘Fiyat savaşının mı?’ diyor, küçük metal kız.
Oyunda ara ara kapı çalıyor ve ‘II. Dünya Savaşı’ geliyor. ‘II. Dünya Savaşı yeniden gelmeden’, diyor Metal Kız ara ara...
Dekor renkleri mi, anneannenin tekerlekli sandalyesi mi, bilmiyorum, ama Berkun Oya’lı Ali Atay’lı Yangın Duası’nı hatırlatıyor oyun.
Yaşamak için bir yangın çıkmasını bekleyen insanların hikâyesi?
Biz de bir savaş mı bekliyoruz yaşamak için? İkinci dünya savaşının yeniden gelmesini…
AVM’ler bize bu eski ya da yenilenmiş savaşlarda yardımcı olabilir mi? Beraber ölmek için belki!
Ben yeni sezon ürünleri arasında ölmek isterim mesela. İndirimli ürünler arasında ölmek bana yakışmaz. Kimileri teknoloji reyonunda vermek ister son nefesini. Belki de halihazırda veriyordur ha?
Beylikdüzü AVM düştü, Bakırköy AVM hâlâ bizde. İstinye sırtlarına kadar çekildik! Alışveriş merkezleri toplama kampları, ‘Mohaç Meydanları’ olabilir yeniden gelecek savaşların.
Şimdi sokaktaki Suriyeliler bize başkalarının savaşları gibi gelebilir. Kendi hataları! Ama dünya bir kere savaşmaya başladığında aslı hiçbir savaş başkasının savaşı olmuyor.
Oyunun tatminkâr ve tempolu bir finalle bittiğini söylemek lazım. Bunların hepsi yönetmenin hanesine yazılan artılar. Ve Grzegorz Jarzyna bu akşam ve yarın akşam ‘Nosferatu’ oyunuyla izleyiciyle buluşacak.
Ve eğer yaşamak için bir savaş bekliyorsak, II. Dünya Savaşı’nın ya da Kurtuluş Savaşı’nın yeniden gelmesini, muharebeler insanları yaşatmaya değil sadece öldürmeye yarıyor! Hatırlatmakta fayda var…
YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN...
30 Ocak 2014 Perşembe
İranlı öğretmen haberine neden ağlıyoruz?
Birkaç gün önce servisten inip eve dönerken gözüme boş bir arsa ilişti. Çocukluk günlerime gittim. Çeneme ilk yumruğu bunun gibi bir arazide yemiştim. Top oynayıp oynamamakta kararsız kaldığımız yan mahalle çocuklarının iriliğini tasvir için kullandığım 'öküz gibi' sözü kendileri tarafından duyulmuş ve çok da hoş karşılanmamıştı.
Boş arsalar bizim çocukluğumuzun ‘doğal teneffüs tesisleriymiş’ şimdi anlıyorum. Alabildiğine yeşil, alabildiğine gökyüzü ve alabildiğine koşuşturma. Tam da insanın hoşuna giden gibi.
Bugün internet sitelerinde yer alan Guardian kaynaklı 'İranlı öğretmen' haberi koşuşturma ve kargaşa arasında sığındığımız bir insanlık limanı oldu. Dış kaynaklı bir kendimizi anlama kılavuzu belki de.
Cüneyt Özdemir Twitter'da 'Gel de ağlama' notuyla paylaşmış linki. Ben de benzer zamanlarda benzer duygularla okudum haberi. Bizim site için hazırlarken de benzer bir başlık kullandım. Peki bizi duygulandıran ne İranlı öğretmen haberinde?
Bizi ağlatan o öğretmenin yaptıkları kadar artık pek de top sürme imkânı vermeyen kendi insanlık arazimiz olabilir mi?
Boş arsalarımız yanında insanlık arazimiz de azalıyor farkında mısınız? Neredeyse biri yol verdiğinde, ‘iyi çalışmalar’ dilediğinde mutlu oluyoruz. İnsanlık ortalamamız ‘günaydın’ civarlarında.
İşlerimizde ya da işsizliğimizde boğuluyoruz. Hayat bugünkü mesai saatleriyle yarınki arasında bir yerlerde. Çoğu zaman bulmakta zorlanıyoruz. Nezaket, empati, jest vs.. daha geniş zamanların işi.
Ali Muhammediyan bizim artık çok az yaptığımız şeyi; bir başkasını anlamayı başarıyor.
İşte bu yüzden saçları dökülen öğrencisine moral vermek için kendininkileri de kazıdan öğretmen bize ‘fazla iyi’ geliyor.
Benim çeneme yumruk yediğim yerde. Şimdi yüksek katlı bir bina var kuvvetle muhtemel. Ve site sakinlerini yemeklerini çoktan yemiş, biraz televizyon izleyip yatmışlardır. Aman ses yapıp uyandırmayalım.
Boş arsalarımız yanında insanlık arazimiz de azalıyor. Beşeri ilişkilerimiz ‘günaydın’, sosyal sorumluluklarımız retweet seviyesinde.
Okuyucu bu haberde sahiden İranlı öğretmenin yaptığına mı ağlıyor, ne dersiniz?
1 Ocak 2014 Çarşamba
insanlar ölüyor, ama ölmüyor fotoğraflar...
dedemin fotoğrafı yeni çerçevesiyle salonda arz-ı endam ettiğinde yılbaşına birkaç gün vardı. Şimdiyse onun ölüm yıldömüne birkaç gün var...
ilk gençliğimizin yılbaşı partileri '22 numara'da gerçekleşirdi. İlkin içerki odada doldurulan votka-vişneler sonradan sonraya masaya terfi etmelerimiz, ağzına içki koymayan eniştemin bize sofralar kurması... Şenlikli yıllar yani.
hayatımızın hızla ileri sardığını fark etmediğimiz yıllarda bir başkaydı geri sayımların tadı.
'Hani hiç kimse ölmemişken. Eskidendi,çok eskidendi...' (murathan mungan)
Yeni yıllar artık peşin sevinçlerden ziyade bizimle olmayanları hatırlatıyor.
Ben de bu vesileyle saçları her daim limonlu, ayakkıları boyalı, gömleğinin iki düğmesi açık adamı, 2007'de onun için yazdığım yazıyla selamlamak istiyorum: iyi ki doğdun, iyi ki yaşadın dede.
Yaşasın yaşanmış zamanlar...
Ayvalık’ta her sokağın sonu denize çıkar; Rumlardan miras dar sokaklar, taş döşemeler,
sizden öncesini hatırlatan, birer abide gibi dikilirler yolunuzun üstünde ve tabii yüksek tavanlı geniş Rum evleri…
Perşembe pazarı nedeniyle her yer ana baba günü, ön tarafta park edecek tek yer yok, bu vesile beni dede topraklarına doğru götürüyor, iç Ayvalık’a…
Babaannemden ayrıldıktan bir zaman sonra, yedi tepeliden de ayrılan ve son 13 yılını-yazları hariç- yalnız geçirdiği evin önünden geçiyorum… Saçlarını limonlu, gömleğinin iki düğmesi açık, elinden hiç düşmeyen sigarsıyla bizi karşıladığı- uğurladığı, kahverengi kapı orada işte…
Hastalanmadan önceki son yaz benim deniz kum güneş merakımın arttığı yıllardı, yeni arkadaşlar bulup eski arkadaşıma ihanet etmiştim, o da Şırnak’taki evi yapmaya ağırlık verince, görüşemez olmuştuk.( yerel halk belediyenin Ayvalık’ın çatısında kurduğu yeni mahalleye, merkeze uzaklığını anlatmak ve orada oturanlara takılmak maksadıyla “Şırnak” diyor.)
“Beni ihmal ediyorsun, evlat” demişti. Hep “evlat” derdi.
Duruşu, yürüyüşü, her daim boyalı ayakkabılarıyla, hep bir adım önümdeydi, ben “adam” olup kanatlarından ayrılınca da durum değişmedi, o da kalktı daha yukarı uçtu!
Adımlarımı hızlandırıyorum, solda Tansaş, şehrin göbeğine yerleştirdiği klimalı tesisiyle, mahalle bakkallarını daha da kahramanlaştırıyordu…
Ve karşısında Avşar Büfe, Kahya’nın kahvesi, nihayetinde deniz…
Ayvalıkta her sokak denize çıkıyor…
Akşam Cunda’ya geçiyoruz, bu ada lokması yemeyi denediğimiz üçüncü gece, ilk gece kendimize hiç muhatap bulamamıştık, dün gece Saki*’yle göz göze gelmeyi başardık, biz gelirken o şalterleri indiriyordu, ortada yenecek tek “lokma” yoktu. Neyse ki bu sefer amacımıza ulaşıyoruz, üzerine biraz da tarçın, tamam…
Sırada Deli Kedi* var! Daha önce ismi Dinozor olan ve bir orkestranın canlı müzik yaptığı yerin ismi Deli Kedi olmuş.
Bir adam tek akustik gitarla, tek başına şarkı söylüyor, adı Tamer. Bülent Ortaçgil’den birkaç yaş genç olsa gerek, onun gibi söylüyor, bağırmadan üzerime sürüyor gitarını, “söyle buldun mu?” diyor, “aradığın aşkı söyle, yoksa yalnız mısın sen yine” diyor, “benim gibi boynu bükük, gözü yaşlı, tek başına…” Dün gece rakıyla beceremediğimi, şimdi sıpraytla halledip, sarhoş oluyorum…
Marifet bende mi, gitarda mı, sıpraytta mı? Bilmiyorum!
Bu yıl, uzun aradan sonra maaile tatil yaptığımızdan, Armutçuk’taki ev dolmuş, bana Şırnak yolları gözüküyor…
Ayvalık, Cunda, Altınoluk, tüm körfez ayaklar altında…
İnsan içinde bulunduğundan daha iyi görüyor tepeden bakınca, içindeki güzellikleri, çirkinlikleri…
Buradan bakmayan Ayvalık’ı gerçekten görmüş sayılmaz.
Bugünlerde, "Ölmeden Önce Türkiye’de Yapmanız Gereken 101 Şey" adlı kitaptaki 3 numaralı öğüdü tutarak dede topraklarını ziyaret ediyorum, yaşanmış zamanların izini sürüyorum…
Bir gün hepimiz öleceksek, yukarılarda bir yerde ya da ne biliyim aşağılarda, hepsinden sorumlu olacaksak yaşadıklarımızın…
Demek ki, hatırlıyor olacağız yaşadıklarımızı, yani demek ki ölüm bile elimizden alamayacak, yaşanmış zamanları…
“O zaman, yaşasın yaşanmış zamanlar!”
Ve ölüm, yaptıklarımıza yukarıdan bakma isteği olsa gerek, önce Şırnak’tan sonra biraz daha yukarılardan…
Yaşadığımız müddetçe, bir şeyler yapmaya çalışmalıyız hayatta, yarına kalsın telaşından uzak, yarına kalacak bir şeyler... Hep denize çıkan, yüksek tavanlı geniş taş Rum evleri mesela ve bir müddet sonra çıkıp kuş bakışı izlemeliyiz yaptıklarımızı!
Aynı dedemin yaptığı gibi, önce Şırnak'tan, sonra daha yukarılardan...
Ve haykırmalıyız, gördüklerimiz üzerine, "yaşasın, yaşanmış zamanlar!" (2007)
ilk gençliğimizin yılbaşı partileri '22 numara'da gerçekleşirdi. İlkin içerki odada doldurulan votka-vişneler sonradan sonraya masaya terfi etmelerimiz, ağzına içki koymayan eniştemin bize sofralar kurması... Şenlikli yıllar yani.
hayatımızın hızla ileri sardığını fark etmediğimiz yıllarda bir başkaydı geri sayımların tadı.
'Hani hiç kimse ölmemişken. Eskidendi,çok eskidendi...' (murathan mungan)
Yeni yıllar artık peşin sevinçlerden ziyade bizimle olmayanları hatırlatıyor.
Ben de bu vesileyle saçları her daim limonlu, ayakkıları boyalı, gömleğinin iki düğmesi açık adamı, 2007'de onun için yazdığım yazıyla selamlamak istiyorum: iyi ki doğdun, iyi ki yaşadın dede.
Yaşasın yaşanmış zamanlar...
Ayvalık’ta her sokağın sonu denize çıkar; Rumlardan miras dar sokaklar, taş döşemeler,
sizden öncesini hatırlatan, birer abide gibi dikilirler yolunuzun üstünde ve tabii yüksek tavanlı geniş Rum evleri…
Perşembe pazarı nedeniyle her yer ana baba günü, ön tarafta park edecek tek yer yok, bu vesile beni dede topraklarına doğru götürüyor, iç Ayvalık’a…
Babaannemden ayrıldıktan bir zaman sonra, yedi tepeliden de ayrılan ve son 13 yılını-yazları hariç- yalnız geçirdiği evin önünden geçiyorum… Saçlarını limonlu, gömleğinin iki düğmesi açık, elinden hiç düşmeyen sigarsıyla bizi karşıladığı- uğurladığı, kahverengi kapı orada işte…
Hastalanmadan önceki son yaz benim deniz kum güneş merakımın arttığı yıllardı, yeni arkadaşlar bulup eski arkadaşıma ihanet etmiştim, o da Şırnak’taki evi yapmaya ağırlık verince, görüşemez olmuştuk.( yerel halk belediyenin Ayvalık’ın çatısında kurduğu yeni mahalleye, merkeze uzaklığını anlatmak ve orada oturanlara takılmak maksadıyla “Şırnak” diyor.)
“Beni ihmal ediyorsun, evlat” demişti. Hep “evlat” derdi.
Duruşu, yürüyüşü, her daim boyalı ayakkabılarıyla, hep bir adım önümdeydi, ben “adam” olup kanatlarından ayrılınca da durum değişmedi, o da kalktı daha yukarı uçtu!
Adımlarımı hızlandırıyorum, solda Tansaş, şehrin göbeğine yerleştirdiği klimalı tesisiyle, mahalle bakkallarını daha da kahramanlaştırıyordu…
Ve karşısında Avşar Büfe, Kahya’nın kahvesi, nihayetinde deniz…
Ayvalıkta her sokak denize çıkıyor…
Akşam Cunda’ya geçiyoruz, bu ada lokması yemeyi denediğimiz üçüncü gece, ilk gece kendimize hiç muhatap bulamamıştık, dün gece Saki*’yle göz göze gelmeyi başardık, biz gelirken o şalterleri indiriyordu, ortada yenecek tek “lokma” yoktu. Neyse ki bu sefer amacımıza ulaşıyoruz, üzerine biraz da tarçın, tamam…
Sırada Deli Kedi* var! Daha önce ismi Dinozor olan ve bir orkestranın canlı müzik yaptığı yerin ismi Deli Kedi olmuş.
Bir adam tek akustik gitarla, tek başına şarkı söylüyor, adı Tamer. Bülent Ortaçgil’den birkaç yaş genç olsa gerek, onun gibi söylüyor, bağırmadan üzerime sürüyor gitarını, “söyle buldun mu?” diyor, “aradığın aşkı söyle, yoksa yalnız mısın sen yine” diyor, “benim gibi boynu bükük, gözü yaşlı, tek başına…” Dün gece rakıyla beceremediğimi, şimdi sıpraytla halledip, sarhoş oluyorum…
Marifet bende mi, gitarda mı, sıpraytta mı? Bilmiyorum!
Bu yıl, uzun aradan sonra maaile tatil yaptığımızdan, Armutçuk’taki ev dolmuş, bana Şırnak yolları gözüküyor…
Ayvalık, Cunda, Altınoluk, tüm körfez ayaklar altında…
İnsan içinde bulunduğundan daha iyi görüyor tepeden bakınca, içindeki güzellikleri, çirkinlikleri…
Buradan bakmayan Ayvalık’ı gerçekten görmüş sayılmaz.
Bugünlerde, "Ölmeden Önce Türkiye’de Yapmanız Gereken 101 Şey" adlı kitaptaki 3 numaralı öğüdü tutarak dede topraklarını ziyaret ediyorum, yaşanmış zamanların izini sürüyorum…
Bir gün hepimiz öleceksek, yukarılarda bir yerde ya da ne biliyim aşağılarda, hepsinden sorumlu olacaksak yaşadıklarımızın…
Demek ki, hatırlıyor olacağız yaşadıklarımızı, yani demek ki ölüm bile elimizden alamayacak, yaşanmış zamanları…
“O zaman, yaşasın yaşanmış zamanlar!”
Ve ölüm, yaptıklarımıza yukarıdan bakma isteği olsa gerek, önce Şırnak’tan sonra biraz daha yukarılardan…
Yaşadığımız müddetçe, bir şeyler yapmaya çalışmalıyız hayatta, yarına kalsın telaşından uzak, yarına kalacak bir şeyler... Hep denize çıkan, yüksek tavanlı geniş taş Rum evleri mesela ve bir müddet sonra çıkıp kuş bakışı izlemeliyiz yaptıklarımızı!
Aynı dedemin yaptığı gibi, önce Şırnak'tan, sonra daha yukarılardan...
Ve haykırmalıyız, gördüklerimiz üzerine, "yaşasın, yaşanmış zamanlar!" (2007)
28 Kasım 2013 Perşembe
karalamalar (bir)
bazan hayat “hazan” der siz “nâzan” anlarsınız. bazen susar “tık” demez! siz bir hazan çıkartırsınız bu sessizlikten, buhranlar uydurursunuz kaba etinizden..
bazan gurbet der hayat, siz sılaya sıkı sıkı tutunmaya çalışırken… bazen siz - muhtemelen çaresizlikten- gurbeti sıla zannedersiniz..
sonra, o kadar zaman geçer ki, artık siz; neye, nereden başlayacağınızı bilemezsiniz.. bir kitaba da sığmaz anlatacaklarınız etrafı telaşlarla çevrili birkaç lafa da!
zaten, onlar da anlayacak göz siz de anlatacak göt yoktur aslında, bir yerden sonra…
***
bizi bu gürültüler sessizleştirdi... herkes ne çok biliyordu, herkes ne çok konuşuyordu!
‘dünyanın sırrı’değildi belki, ama bizim de bir çift lafımız vardı. sınıfın gürültüsünde kayboldu cümlemiz, öğretmene ulaşamadı sesimiz..
diretmedik, vazgeçermiş gibi yaptık, belki de gerçekten vazgeçtik..
hamlesinden isteği verimi alamayan futbolcular gibi kaldırdık ellerimizi, biz dokunmadık hayat, pek yaşamak istemiyorduk zati, sadece hayata denk geldik! Bir külah bulup anlatırız neleri nasıl da istemediğimizi… o kadar gerçekçiydik ki, neredeyse kendimiz bile inanacaktık.
hayat güzel şey, dünya yaşanacak yer aslında... haksızlıkları, uğursuzları, düzenbazlıkları saymazsak… elimizin değmediği yerler, dünyanın beşer girmemiş ormanları. insanını saymazsak dünya yaşanacak memleket...
...telafi edilebilirdi diğer mağlubiyetler, samimiyeti kaybetmeseydik eğer...
bazan gurbet der hayat, siz sılaya sıkı sıkı tutunmaya çalışırken… bazen siz - muhtemelen çaresizlikten- gurbeti sıla zannedersiniz..
sonra, o kadar zaman geçer ki, artık siz; neye, nereden başlayacağınızı bilemezsiniz.. bir kitaba da sığmaz anlatacaklarınız etrafı telaşlarla çevrili birkaç lafa da!
zaten, onlar da anlayacak göz siz de anlatacak göt yoktur aslında, bir yerden sonra…
***
bizi bu gürültüler sessizleştirdi... herkes ne çok biliyordu, herkes ne çok konuşuyordu!
‘dünyanın sırrı’değildi belki, ama bizim de bir çift lafımız vardı. sınıfın gürültüsünde kayboldu cümlemiz, öğretmene ulaşamadı sesimiz..
diretmedik, vazgeçermiş gibi yaptık, belki de gerçekten vazgeçtik..
hamlesinden isteği verimi alamayan futbolcular gibi kaldırdık ellerimizi, biz dokunmadık hayat, pek yaşamak istemiyorduk zati, sadece hayata denk geldik! Bir külah bulup anlatırız neleri nasıl da istemediğimizi… o kadar gerçekçiydik ki, neredeyse kendimiz bile inanacaktık.
hayat güzel şey, dünya yaşanacak yer aslında... haksızlıkları, uğursuzları, düzenbazlıkları saymazsak… elimizin değmediği yerler, dünyanın beşer girmemiş ormanları. insanını saymazsak dünya yaşanacak memleket...
...telafi edilebilirdi diğer mağlubiyetler, samimiyeti kaybetmeseydik eğer...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)