29 Ekim 2011 Cumartesi

'Az' Kuru Fasulyenin Felsefesi!

Ben seni tahmin ettiğimden 'az' sevmişim sevgili!
Ve bunu sana değil, kendime hakaret için söylüyorum.
Ferhat'a, Mecnun'a ve en önemlisi Leyla'ya ayıp etmişim.
Cümlesinden özür diliyorum!

Sandığımdan daha 'az' tanımıyorumuşum prensesi
Onun pamuk masalında tüm paramı üstüne oynadığım
Ve onu da umuda gark ettiğim, cüceye de ayıp ettim!

Bir de başımıza cüce çıktı! Ondan da özür diliyorum!

Sana bir sır vereyim mi sevgili?
Aslında hiç kimse yok!
Bazı insanlar geliyor ve geçiyorlar.
Hayatlarından, HAYATLARIMIZDAN...

Hayatımızda hiç olmayan insanlara ayıp ederek,
Onlardan özürler dileyek de pekala geçebilir bir ömür...
Lakin hiçbir şey için hiç kimseden özür dilemek istemiyorum...
Leyla'nın Mecnun'un ve o gereğinden 'tedbir'li prensesin de canı cehenneme!

-Benim prensin 'Seyşeller' kozundan vallahi haberim yoktu cüce kardeş!-

Fakat,'ümit verdiğim' ve 'ümidini çaldıklarım' müstesna!
Ki, bir geceyarısı -karanlıktan cesaret alıp belki-
Ansızın hayatlarına girdiğim ve güneş ışığında,
bir hamam böceği gibi ortadan kaybolduğum sonra...

Senle bizim meselemize gelince:


"Ya, bu benim kuru pek az değildi galiba, hesaba ekleyelim istersen" dediğimde,
fasulyeci: "Az kuru her zaman, yarımdan fazladır" dedimişti de, gülmüştüm...
Sonra anladım bizim meselenin cevabı meğer o cümledeymiş sevgili...

Şunu da söyleyeyim de onu da söyleyeceğim...

Berbat şiirler yazarak geçirilebilir bir ömür
Kimsenin gülmediği kötü şakalar yaparak da
Unutarak ve unutturarak da belki, kim bilir...
Ama "Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor*"

-Bu son cümleyi 'Tutunamayanlar'da Oğuz Atay yazmış-

Bizim meseleye gelince:

İki kişi fasulyeci hesabıyla 'az' sevince o sevgi 'çok' oluyor sevgili...
Ben 'seni'ni biraz fazla kaçırınca bu sevdanın,
İster istemez 'beni' biraz 'eksik' kaldı!
Sen de kendi hesabında olanı benim tabağıma koymayınca...
Meselenin 'biz'i de biraz 'yara' aldı...

N'apalım, her şeyin gereğinden 'çok' olduğu bu yüzyılda
Bizim hikâyemiz de 'noksan' kalsın sevgili...

O ünlü kuru fasulyecinin de dediği gibi:
"Az her zaman yarımdan fazladır!"

Ben seni yarımdan biraz fazla, tahmin ettiğimden biraz 'az' sevmişim...

-Pardon ben bir az pilav istemiştim...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Pazar kahvaltısı...

Akşamdan kalma bir heyecanla doğruldu yatağında, perdeden sızan ışığı görünce, Pazar kahvaltısından bir hayli önce...

Haftanın yorgunluğunu, yastığının yanına koydu, yirmi dakika sonra evden çıkması gerekliliğinin, bir hafta içi zorunluluğu olduğunu, aklının yanına...

Elini yüzünü yıkadı, dün akşam içtiği suyun vücudu için gerekli olmayan kısmını klozette bıraktı, elini tekrar yıkadı..

Dolapta ne varsa koydu masının üstüne, masayı sofra yaptı, kaynayan suyun üstüne koydu demliği, çayı yaptı.

Bir yumurtaya feda etti, tüm sucuklarını...

Çayın son yudumunu bardağa bıraktı, bardağı tezgahın üstüne, kapıyı mutfağın üstüne...

Kapattı...

Üç kişiyi bir arada görmemiş, kendini tekli koltuk zanneden ve bu yüzden psikiyatra gitmeye başlayan, üçlü koltuğuna oturdu, televizyonu açtı, kapadı televizyonu.

Sonbahar gelmişti, Ekim...

Marifet kendi baharını bulabilmekte, kendi iklimini, aşabilmek; kendi sera etkisini, ışığı tüm benliğine yansıtabilmek, derinliklerine, bunu çok önceden öğrenmişti...

Ne yalnızlık istiyordu ne de misafir! Kabul olur muydu, böyle bir dilek, bizden iletmesi; söylediğinden mesul değildi, hiçbir sefir!

Kafi gelmişti, kafiye olsun diye söylenen şarkılar, “kafiye olsun diye değil” deyince bir ses, ilgisine “mazhar” oldu, ilgili söz, müzik:

“İçindeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdı!”

Bir kötü adama ihtiyacı vardı dünyanın, şeytan bu role soyunarak, önce kendini yaktı!

Kim bilir kendimizin elçisi olduk belki de, tüm kabahatlerimizde! Suçumuzu üzerine savdığımız ve kendimizi temize çektiğimiz bir akıl oyunu, tüm boktanlıklarımızı, üzerine yıktığımız bir günah keçisiydi İblis!

Pazartesi sendromlarına feda etti pazarlarını...


Günlerini kopyalayıp yapıştırdığından, dünü yoktu artık ve yarını da!


Ziyan etti zamanlarını... İşe yaramalarından ümidi kesince, yaktı sakladığı tüm samanlarını...

Ya-şa-ya-ma-dı.

Bir yazar, yazmanın son çare olduğunu söylüyordu, köprüden önceki son çıkış...

Yapılacak bir şey kalmadığında, yazılacaktı...

O vakit yazmalıydı:

“Yüremelerden, koşmalardan, dinlenmelerden, dinelmelerden, yerindeliklerinden, pişmanlıklardan, dostluklardan...

Dünyaya karşı zayıflıktan, umuda dair şişmanlıktan, hepsinden sana sığındım, bir toplu taşıma güzergahının son durağı, istediğim yerlerinde inemeyince hayatın, sana koştum hep.

Ufkumuzda süzülen aşklardan, önümüze sürülen savaşlardan, kendi yarattığımız dinlerden, birbirimizi sokmaya meyillli dillerden, epeydir güneş görmemiş yerlerden, yıktığım kalelerden, küreğimle kovamla, minicik ayaklarımla, denizden...

Attığım her golden sonra kendi kaleme, san(tray)a koştum,” dedi.

Kalemi bıraktı, son durağı...

Bundan sonra yürüyerek devam edecekti yoluna!

Gerçekten de bir sınavlar silsilesiydi, hayat, bir kademeden bir diğerine geçiş ve Can Dündar’ın sözüne açılıyordu her kapı bu yolda:

“Her seçiş, bir vazgeçiş...”

Her şeyden vazgeçti, yol müstesna.

Yürüyecekti...

Hem yalnızlığı sevmiyordu hem de misafiri!

Vakit Pazar Kahvaltısı vaktini biraz geçmişti.

Birkaç soru çözmek için, kitabın kapağını açtı, aşağıdakilerden hangisiyle başlayan bir sorunun doğru cevabını buldu, sevindi...

Onun da soruları vardı hayata, cevapları henüz basılmamış bir anahtara!

Anahtarları vardı, yanlış anahtarlarla yanlış kapıları zorladı, yıllar boyunca, hırsız değildi, arsız hiç... Zaman zaman, zamansızdı belki...

Kitabı kapattı, camdan dışarı baktı, çocuklar top oynuyorlardı...

Minibüse binmeye çalışıyordu biri, bir ayağı dışarda...

Birkaç zaman önce şöyle demişti, yukarılara doğru seslenip:

Yalnızlığın sana mahsus olduğu, bir mecaz olsa gerek; herhangi bir minibüs hattında, sıkışıklıktan ölünebilecek bir şehirde, tek bir beşere bile kendini anlatamamak, ne büyük trajedi…

Bir kişi anlasaydı, sadece bir kişi, şu national coğrafyada, senin üstüne yemin ederim ki, sarımsaklayıp saklardım bu ömrü, gel gör ki kimse anlamadı, kimse anlamadı…

Bir cevap gelmemişti, bu serzenişe!

Şimdi düşünüyor ki; o da kimseyi anlamamıştı aslında, Fatih Sultan Mehmet’in sokaklarında kaybolacağı bu şehirde…

Camı, çerçevesiyle birlikte, sokağın üstüne, “yatılı” mutluluk umutlarını baharın üstüne, biraz yürüyüp koridoru geçerek, kapıyı evin üstüne…

Kapattı…

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Aksaray, Bu Yöndeki, Son İstasyondur!

Merdivenlerden indi, pembe demir kapıyı yavaşça açtıktan sonra, dışarı çıktı, kapının kapandığından emin olmak için eliyle geriye doğru itti, apartman sakinlerinin güvenliğini sağladığından emin olduktan sonra, bağcıklarına baktı, henüz çözülmemişlerdi, daha münasebetsiz bir yer bekliyor olmalılar, diye düşündü. Minibüs için bozuk parası olup olmadığını kontrol etti, bütün parayla araca binmek, minibüs şöforünden bile çok rahatsız ediyordu kendisini.

Sol cebindeki bir bucuk yeni türk lirası, onu oldukça mutlu etti, muhatap olunacaklar listesinden bir kişi daha eksilmişti, kimsenin ağız kokukusunu çekmek istemiyordu, ağızlarla dolu bu şehirde. Kurşunsuz pencereler kadar zararsız olmak için çabalıyordu çevresine, bu gereklilikten uzak hassasiyetle kendi bünyesini kurşunladığından habersiz miydi, yoksa bilnçli miydi, bu kendini yok ediş?

Müsait bir yerinde indi yolun ve müsait yerinden yürüdü kaldırımların, aynı kadın aynı dükkanı bu sabah yine açmıştı. Yağmur başladı, tedbirsizdi.

Adımlarını hızlandırdı, paçaları çamur olmasın diye önce arkalarını yere bastı ayakkabılarının, bağcıklarının çözüldüğünü fark etti, suçlu aramıyordu...

Geçidin üzerinden arabalara baktı, trafik olacağını düşünerek metroyu tercih etti, sarı çizgilerin hayli gerisindeydi, inenlere yol verdi, acele etmedi, köşeler bir önceki duraktan kapılmıştı. Artık her yer aynıydı!

Dün aynı güzergahta, on üç sayfasını okuduğu kitabın, tamamını çıkardı çantasından. Okuduğunu düşündüğü yerleri el yordamıyla çevirdi, bilmediği yere gelince durdu ve okumaya başladı, ayraç kullanmalıydı!

Güzel bir kız bindi; yanakları soğuktan kızarmış, yazıldığı kadar, güzel okunan, güzel bir kız.

Kitap, insanların kitaplarda kendilerini okuduklarından bahsediyordu, yazılanları kendine yorduklarını, kahramalarını sevdiklerine benzettiklerini.

Kim bilir ne hikayeleri vardır diye düşündü, gördüğü kısımları güzel kızın! Kim bilir, nerededir hikayesenin beyaz atlı prensi?

Hikayesiz biri bulmanın zorluğunu düşündü! Tüm hikayeler, bir önceki duraktan tutulmuştu, şimdi her yer aynıydı!

Neresinde dursa sevdanın, hep abesle iştigaldi, hep yakışıksızdı.

Bakalım bir manava uğramadan anlatabilecek mi, bir sonraki durakta inecek kadar güzel duran bu misafiri, hazırlıksız yakalanan ev sahibi? Elma yanaklar, kiraz dudaklar klişelerine girmeden, bakalım Proust'un gözüne girebilecek mi?

İlkin görünmüyorlardı, sonra eliyle ardına attığında, birkaç kez boyanmış gibi duran saçlarını, ortaya çıktı, söylenen her şeyi duyacakmış gibi duran kulağı, geçtiğimizde; araca bindiğinden bu yana, konmuş ikinci durağı.

Dudakları birbirene sanki yapışıktı, içindekilerin okunması şüphesiyle sıkı sıkıya kapatılmış bir mektup zarfı gibiydiler, burnu; birinin nerede bittiği, diğerinin nerede başladığı belli olsun konulmuştu gözlerinin ortasına o kadar düzgün, o kadar düz bir burun...

Bunun bir aşk hikayesi olmadığını anlamıştı; o ona dek, kendi gitmesi gereken durağın gelmesini beklemekten başka hiçbir şey yapmayan adam.

Bir adam, bir kadını tanımaya çalışıyordu!

Bir kadın, göründüğü kadar güzel olabilir miydi, göründüğü kadar çirkin? Kulak, burun, boğaz doktarların işi diye düşündü, görünenin ardına bakmalıydı, vitrinin ön tarafına dikkatle dizilmiş kalem ve defterlerden ibaret olabilir miydi, koca bir kırtasiye dükkanı?

Hiç kimse göründüğü kadarıyla var değildi, bizim baktığımız kadarıyla da. Yabancıların, yabancılarıyız! Yabancılara, yabancıyız, dedi.

Sonra onu hatırladı kendi bir önceki durağını, elini, gözlerini ve dudağını.

Bir ara, bağcıklarına bakmak için başını eğdi!

Güzel kız inmişti!

Kendi durağına dönmek için sonsuz bir istek duydu.

Kendi hikayesinine...


Düz dümdüz, bir burun gibi, iki gözü ya da iki suyu birbirinden ayıran bir burun, mutlulukla mutsuzluk arasındaki, ümit burnuna.

Dönmek istedi.

Daha önce gidilmiş bir yolda hissetti kendini, kim bilir kaç hikaye vardı böyle, kendinden önce ve esnasında ve ondan sonra da olacak olan esasında.

Birileri öyle, birileri böyle davranmıştı, birilerinin burnu kemerleri, ötelekilerinin düz, kimisininki yaz bitmişti hikayelerinin, kimisininki güz...

Ama hep aynı hikayeler, yaşanışları farklı, yaşayanları farklı, yolları yordamları farklı, ama hep aynı hikayeler.

Özneleri ayrı, yüklemleri hep aynı hikayeler!

Kiminde prens olan ötekinde cüce, birinde yerle yeksan, ötekinde yüce.

Göründüğü kadarıyla var değil hiçbir hikaye, hiçbir masal!

Biz masalın sonunda prensle prensesin evlenip, mutlu oldukları bilgisine ulaşırız. Yan karakterlerin istikbali ya da haletiruhiyeleri hakkında fikir sahibi değilizdir. Belki de cücelerden biri prensesi çok sevmiştir, prensten bile çok. Ve prenses gittikten sonra, bunalıma girerek pasiflora kullanmaya başlamıştır. Bundan haberdar etmez bizi masallar, yazarın baktığı tarafından görürüz, yazanın baktığı taraftan, hep özneldir hikayeler, anlatana özeldir.

Bunu merak ediyorum, dedi. Mutlu sonla biten masallardaki, mutsuz insanları! Mutluluğun göreliğini, bakıldığı yere gore değişikliğini, ötekileri merak ediyorum, diğerlerini, göreli kaybedişleri…

Şimdi geri dönebilsem, dedi. İnip karşı tarafına geçsem istasyonun ve geri dönebilsem, bir önceki durağıma!

Neyi değiştirebilirim?

Beni sevmeyen birine, sevdirebilir miyim ki kendimi?

Yeniden başlayarak ve ona giden yolları bilerek, artık oraya çevirek direksiyonumu, şimdiki aklımı alarak yanıma! Coğrafyalardan ve etnik kimliklerden bağımsız bir kurnazlıkla!

Değiştireblir miyim fikirlerini?

Zamani geri alarak, geri alabilir miyim, kendi zamanı mı?

Aklı başka yerlerde olan bir prensesin aklına girmeye çalışmak! Aklı başında adam işi mi?

Anlatmadığı tarafları boğazında düğümlendi hikayesinin, gözleri ıslandı, akşam çok iyi uyuyamamış gibi yaptı!

Esnedi, yazıldığı gibi kabul etmedi hikayeyi, kelamı ve kalemi yanına alınca, hikaye biraz esnedi.

Kamerayı Grimm Kardeşlerinki'nin tam karşına dikti ve motor dedi; cücenin başrolde oynadığı, bir pamuk prens masalına!

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... Heyecanlı, hesapsız, tutkulu, birdenbire, kapının önünde...

Bu sefer de cücenin kapısındaydı aşk, seviyordu prensesi. Ne prens, ne Grimm Kardeşler, ne de onların masalı, ilgilendiriyordu cüceyi...

Bağırdı cüce, sesini duyurabilmek için prensese. O da biliyordu, hikayeyi değiştirmenin güçlüğünü, dünyadaki genel kabulü, kendi prensesini aramalıydı, kendi hikayesini, bu hikayede mutlu olacakların isimleri, evvelden belliydi.

Bağırdı, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, prensesin onu duymayacağını bile bile...

Peki ama niye? Duymayacağını bile bile, niye bağırdı cüce?

Bir umuttu işte. Belki, duyar diye!

Kendi adımlarının peşinden koştu, istem dışı çarpışları kalbini ağzına getirdi, sitem dışı konuştu, kendi gözlerindeki yeşili döktü, onun gözlerindeki yeşili görünce, aklında ne varsa unuttu, sevgili; önündeki işi bitirip, ona dönünce.

Daha önceden defalarca konuşulmuş, aslına bakılırsa defalaca susulmuş…

Bir ihmital, bir olabilirlik, bir olmayabilirlik yol verir söze, sözün yolunu açan ihmalller. "Olmaz"lar "katiyen"ler doktorsuz bir tıp oyununun ön şartlarıdır.

Guatrdan bağımsız bir şişlik çöker, gırtlağın üzerine, söylenecek çok az söz vardır, sevgilinin olmazının üzerine.

Olmaz dedi, sevgili. Olmaz dedi, prenses. Bir es verdi, sonra bir ses verdi, sonunda yine olmaz, dedi.

Sustu cüce.

Tüm dertlerini, tüm sevgilerini anlatmak için sadece bir cümlesi olan, her bir şeyi, bir seferde yapmaya çalışan, her şeyi, hep birini, yarım yapan, eksik kalan, eksik bırakılan, eksik bırakan, bir cümlede cüce bir diğerinde dev olan, öyle gören, öyle görülen, ama hep göründüğü gibi olmayan, gördükleri; her zaman gördüğü gibi olmayan, atıl sevgiler mimarı, korkak, korunaklı, bolca arka sokaklı, kararsız, karanlık, bağcıkları hep ıslak, kimi zaman mutluluktan, kimi zamandan biraz daha çok zaman, mutlu olamamaktan, gözleri hep ıslak, boyalarını başkalarının resimlerini yapmakta harcamış, ömrünün boyasız bir yüz bulmakta harcamış, ana karakterlerinden aldığı güce dayalı bir bir prenses masalında, göreli bir cüce, görmeyeli epey büyümüş bir cüce!

Sustu, cüce.

Söz alıp bir şey dese, parmak kaldırıp söze girse, ne derdi sizce?

Bir şeyleri tamamıyla güne kavuşturcak bir tümce kurmak isterdim, içimde ne varsa güne kavuşacak, bitince.

Yanlış nesnelere özne olduk. Hep kendi gözlerimizden baktık, öznel olduk, uzak kaldık bu günlere, bize daha benzediğini düşündüğümüz günleri özler olduk, dedi. Sözü sevdi, devam etti cüce:

Bir cümle kurmak isterdim, bir ev gibi, her şeyini, yerli yerine koyduğum, her şeyini yerli yerine koyduğumuz, pempe panjurlu, içinde biraz aş, biraz aşk olan, bir ev gibi, öznesi biz olan, bizi; sen ve ben olan, içinde senin benim olmayan, bir ev gibi. Cümle aleme duyurmak isteğim, ev gibi bir cümle, dev gibi bir cümle…

Sevgili, sevgilim, sevgimin sahibi, sahibesi, aşk umutlarımın rahibesi...

Bir gün böyle şeylerden konuşmalıyız senle, ama şimdi değil, daha geniş zamanlarda, "ne zaman size gelsem, evde misafir olduğu bir yüzyılda değil, " daha geniş zamanlarda, grimm kardeşlerin rollerimizi bu biçim yazmadığı bir masalda, bir yüzyılda, beklemek gerekse de bir yüz yıl daha, konuşmalıyız, ama şimdi, susmalıyız, dedi. Sustu, yeniden.

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... O akrabanın, izni bitiyor bir gün... Geldiği gibi, ansızın kalkıp gidiveriyor...

Geldiği gibi, aniden kalkıp gitti aşk, kalkıp gitti prenses.

Cüce serpti tüm sularını, Alman plakalı, Mercedes arabanın üzerine...

Gitsin, ama çabuk gelsin diye... Aynıyla gelmeyecekti prenses.

Başka biri siluyetinde BELKİ, aynıyla gelecekti aşk, kim bilir!

Aşk kimdir, kim bilir!

Aşk, bir akıl çelmesidir, kim bilir!

Maşrapaya damlayan, gözyaşlarını sildi ve şöyle seslendi, gidenin ardından:

"Sen, güzeldi. Ve şimdi sensizlik de..."

Sevgiliyi, kendi işlerinde ve kendi yolunda bırakarak yoluna koyuldu, artık üzerinde onun olmadığı bir yola, yolculuğa…

Başkalarının vardığı, daha başkalarının daha sonraları varacağı, kendisinin ne zaman varacağını bilmediği, sona koyuldu…

Bağcıklarına bakmak için başını eğdi, masalının bittğini prensesin gidişiyle öğrenmişti, ardından kendi gidişiyle, gidişleriyle velhasıl, yolun bittiğini de, Vatman'ın iç anonsuyla öğrendi: Aksaray, bu yöndeki son istasyondur…

9 Ağustos 2011 Salı

Constantinapolis'ten sesleniyorum sana

Hiçbir metrekaresi, sana sarılmaya imkan vermeyen, bir şehirden sesleniyorum sana.

Belediyenin, seni düşünmediğim yerlerini, iskana açmadığı bir kentten! İstanbul'dan...

Sesimin, korna seslerine karıştığı bir şehirden, duymazsan anlarım.

Bir telaşın vardır muhakkak, telaşların şehrinden sesleniyorum sana...

Beni dışına püskürtmeye çalıştıkça, surlarını omuzladığım bir vilayetten, İslambol'dan, Nova Roma'dan, Dersaadet'ten, Constantinapolis'ten sesleniyorum sana.

Sesimi duymazsan anlarım, "onca sesin arasında! Boşa atılmış bir ok sayarım bu "selamı" İstanbul'un fethi sırasında...

Herkes Ulubatlı olacak değil ya, dikemediysem bayrağı gönlünün ortasına, takıp mataramı boynuma, bir nefer olurum, yeniçeri arasında…

Kalabalıklarında kaybolduğum bir şehirden sesleniyorum sana;

Madam Feri'nin Feriköy'ünden, suyun halka taksim edildiği, Taksim'den, Sultan Abdülmecit'in yeni bir mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu, Teşvikiye'den sesleniyorum sana…

Beni bulmazsan, anlarım.

Adamlıkları; kravatları, gömlekleri ve ceketleriyle sınırlı adamların şehrinden sesleniyorum, dürüstlüğün, hakkaniyetin, etiğin, kitaplarımızda yazılı olduğu, ama hayatlarımızda pek olamadığı bir şehirden.

Yağmurlu bir akşamdan, serin bir sabahtan, susuz bir yazdan(n.c) sesleniyorum sana.

Elektrik süpürgesi açıksa, ezan okuyorsa, ya da ne bileyim, bir müzik çalar varsa kulağında ve karanlığa karıştıysa sesim, ıskaladıysan beni, anlarım…

Sana yokuşlarından yorulduğum, yedi tepeli bir şehirden sesleniyorum, bir kuytuda oturmuş; geçen zaman için esefleniyor, emanet beden için, nefesleniyorum.

Soluğumu duymazsan, anlarım.

Bunlar güzel zamanlardı diyeceğim, düşündüğümde. Güzel insanlardı tanıdıklarım, az olsalar da on beş milyonun içinde, kalabalığa aldırmaz yine seni bulurdum diyeceğim, bir on beş milyon daha katsalar, bu şehrin içine.

Büyük laflar edeceğim yani, yine…

Hiçbir metrekaresi sana sarılmaya müsait olmayan bir şehirden sesleniyorum sana:

Dört tarafı; yerli, yabancı, yalancı gözlerle çevrili bir şehirden.

Kollarını açsan, anlardım.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Çiçek Kadınlar

Bir kadın için ilk çiçeğimi aldığımda on üç yaşındaydım. Yarın okuldan ayrılacaktı. Evden, bulabildiğim ilk çiçekçiye kadar yürüyüp bir gül aldım... Sonra tekrar gerisin geriye eve... Yağmurlu ve rüzgarlı bir gündü ve ben soğuğa bugünki  kadar alışık değildim. Hastalandım ve ‘o yarın’ okula gidemedim... İngilizce öğretmenimdi, o çiçekten hiç haberi olmadı...

Geçenlerde aldığım bir elektronik posta kadınlara ‘neden’ çiçek gönderdiğimi sorgulamama neden oldu, doğal olarak kimlere çiçek gönderdiğimi hatırlamama da...

Epey ara vermişim elimde kalan ilk gülden bu yana... Tam on sene sonra beni hemen hiç tanımayan aslında benim de çok tanımadığım birine.. bu sefer bir buket gitmiş... “Acaba beni tanımak ister mi ki?” diye.

Nişanlı mıydı, yoksa nişanlanacak mıydı, tam hatırlamıyorum! Çarşı pazar azcık karışmıştı!”
‘Enformasyon’ bilimine daha çok önem vermeye o günlerde karar vermiştim...

Üçüncü çiçek tartışmasız 21. yy’ın beni en çok yoran kadınına gitmişti! Bundan yaklaşık dört yıl kadar önce, bu seferkinin toprağını da ihmal etmemiştim... En azından çiçekler ölmesin diye... “Beni sevsin diye mi göndermiştim onları?” Hiç sanmıyorum...

Pek bir şey de ölmedi aslında, hâlâ iyi arkadaşız, ama yanlış bilmiyorsam o çiçekler öldü! :)

Üniversite yıllarıydı, gene Ayvalık’taydım, her on yılda bir oluyor bu! Hiç konusu yokken bir aile büyüğüm Ümit yanlış anlama, ama sana değer verdiğim için söylüyorum “Seni seven bir kadınla evlen” demişti! Çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir ilkokul öğretmeniydi, ama akşam haberlerini seyrediyorduk! Ne alaka demiştim içimden, bayram değil seyran değil... Yaşım yirmi bile değil... “Haklısın” falan demiştim...

Bu gönül işleri açıldığında eniştemin öğretmenliğine mesai yaptırdığı o gün gelir aklıma: ‘Beni seven bir kadın...’

Kimler için fedakarlık yapabileceğinizin turnusol kağıdıdır bu söz! Kimlerden vazgeçmeniz gerektiğinin kutup yıldızı...

Sizi seven bir kadın, sizi seven bir adam!

Birkaç hafta önce dördüncü ve sonuncu çiçeğin sahibinden ‘okkalı’ bir elektronik posta aldım... Çiçeği “geleceğe dönük bir beklentiyle” gönderdiğimi sanmıştı...

Halbuki... O bir ‘teşekkür’ çiçeğiydi!

‘Sevgili’ bir arkadaşa sahip olmak çok hoşuma gitmişti! Açıkcası bu kadar ‘namüsait’ bir zamanda konjonktüre aldırmadan, beni sevmeye bu denli ihtimal vermesi çok hoşuma gitmişti... Çiçek sadece bunun içindi!
Sevgili Arkadaşım;

Gözlerinin rengi gibi
Yüreğinin rengi gibi
Saçların da kendi renginde

Ama ben, ellerini gördüm önce
Toplayan, düzelten, onaran ellerini
Dokunduğuna soluk aldıran
Telâşlı, usta, sevecen ellerini

Geç anladım ve inandım
Her gün daha çok inanıyorum
Ellerin, güzel işlerin karıncası
Ellerin, ellerden bıkmış ellerime sığınak

Sevgili arkadaşım benim;
Sana 'sevgili arkadaşım' diyorum..
Budur, bizim anladığımız sevdanın tanımı!
İşte sana bir aşk şiiri:
İçinde 'sevgilim' sözcüğü geçmiyorsa
Suçun yarısı senin
Çünkü, ben de bize yaraşanların sözcüğünü değil
Kendisini seviyorum senin gibi*

Tabi tüm bunlar, onun, benden aldığın son çiçek olacağı gerçeğini de değiştirmiyor, sevgili arkadaşım;)

09/02/2011 Ayvalık

*Süreyya Berfe'nin 'Sevgili Arkadaşım' şiirinden alıntılanmıştır.

2 Şubat 2011 Çarşamba

“Japonlar Toyota Gibi Adam mı?

Hepimiz hayatımızın bir döneminde “Abi bu Japonlar çok zeki adam, hayranım bu adamlara!” sözünü duymuşuzdur... Adam yıllarını Kyota’da, Tokya’da geçirmiş ve bu dönemde edindiği deneyimlerini, bizle paylaşıyormuş gibi konuştuğu için de çok da fazla bir şey söyleyememişizdir!

Peki Japonlar gerçekten de sandığımız kadar zeki adamlar mı?

Tamam, Tsubasa falan da bir başlangıç sayılabilir, ama benim Japon müktesebatım lise yıllarına dayanır!

Okulda düzenlenen Japon haftası etkinliklerine mühim Uzak Doğulu konukların yanında her yıl bu kez Barış Manço’nun da katılacağı söylentisi yayılırdı, sonra bir gün Barış Manço’nun artık hiçbir toplanyıya katılamayacağı haberi geldi...

O dönem Japonca bölümünde okuyan arkadaşlara sorsak daha sağlıklı bilgi alırdık aslında, ama nedense o zaman bir Japon merakı uyanmamış bizde...

‘Kara Sevda’yla ‘Domates, Biber, Patlıcan’la tavan yapan ve hâlâ aynı sıcaklıkta devam eden Türk-Japon ilişkilerine darbe vurmak istemem, ama Japonların çok zeki adamlar oldukları bir şehir efsanesinden ibaret zannımca!

Toyota’ı yapan adamla, akşam yemek yediği restoranı kahvaltıda bulamayan adam aynı kişi çünkü... Ve bu bir değil, beş değil, on değil... Hemen hepsi...

Peki bir sihri, formülü yok mu bu işin? Paslanmaz, kir tutmaz, evladiyelik Japon mallarının alemet-i farikası ne ola ki?

Adam Toyata’yı yapabiliyor ve onun dışında aklınıza hemen ne gelirse yapamıyor, evet!
Çünkü adam ömrü boyunca Toyata yapmaktan başka bir şey yapmamış!” İşlerine öyle bağlılar ve saygı duyuyorlar!

Bizdeki işi oluruna bırakma anlayışının zerresine rastlanmıyor... Her şeyden emin olmak istiyorlar; ne, nerede, niçin, ne zaman, nasıl ve kiminle yapılacak! Koordinatları tam olarak almış bir Japonu durdurmanın pek bir yolu yok...

Ama aynı adama “ Watanebe abi biz şirketin yerini değiştirdik, Toyota’yı Mecidiyeköy’de değil de Bakırköy’de yapacağız, bir otobüse atla da geliver abicim, otobüsün numarasını da unuttum, diğer hat çalıyor, öptüm kapatıyorum” derseniz, kuvvetle muhtemel ki ‘Watanebe abi’ gün sonunda çaresizlikten ve utancından Seyrantepe civarında  “Seppuku” yapacaktır...

İçsel zekası oldukça gelişmiş Japonların sosyal zekası yüksek kesimlerde sıfırın altına kadar inebiliyor...

O yüzden Japonları hep teknolojik aletler yaparken hayal etmek ve mümkünse hiçbiriyle karşılaşmamak hayallerinizin yıkılmaması açısından en hayırlısı olacaktır...

Son bir not bu satırların yazılmasına imkân verenToyota reklamına! Tamam biliyoruz kimse bizim babamızı övmek için reklam yapmaz, ama kendi malını övmek de insanın gözüne bu kadar sokularak yapılmaz... Arabalardan pek anlamıyorum, hatta ehliyetim bile yok, yani sizin hedef kitleye pek girmiyorum, ama benim arabadaki ilk aşkım Vosvos’tur, çocukluk deyimimle ‘delik araba!’ Yeteri kadar Türk lirasını ve ehliyeti cebime koyduğumda, aklınızda olsun istedim!


Noel Amca!

Sen bu aralar yoğunsundur. Muhtemelen okuyamayacaksın ama yazmam lazımdı! Bizde amca, baba yarısıdır... O yüzden çok kırıcı olmayacağım. Ama bizim pamuklarımız sen de eğreti duruyor be Noel Amca!
Biz Prenses tatlısını iyi yaparız, bol tarçınlı, cevizli... Donut paketlerinin arasına takyive yap, arada. Hem maliyeti de düşüktür... Sen hep veren gibi duruyorsun ama, ben biliyorum, hediyelerle gittiğin evlerden daha fazlasını almadan çıkmazsın sen! Kızılı ve Ay’ı seviyorsun, ama senin hayırla işin olmaz be Noel Amca!
 
İlk zamanlar o renkli ampüllerini, nehir gibi akan ışıklarını, suçu-günahı olmayan geyiklerini, sevmedim desem yalan olur, ama bir pijlik vardı o gevrek gülüşünde, sen gülerek sevenlerdensin değil mi Noel Amca?
 
Sahi o yaldızlı paketler içinde evimize neler sokuyorsun?
 
Biz köfteyi iyi yaparız! Fırında, patatesleri hafif yanmış.. Suyu kıvamlı... Göbeğinden anlaşıldığı kadarıyla sen de yemeğe düşükünsün! Sırf Mc’te takılma arada İzmir’e de gel! Yalnız ampüllerini yanına alma, ampül işi  orada biraz sıkıntılı! Biz İzmir köfteyi iyi yaparız.. Huyumuz kurusun, masadan kalkan dördüncü kişinin dedikodusunu da. Sen en çok o parçalı bulutlu hallerimizi seviyorsun değil mi Noel Amca? Göbeğini kaşıya kaşıya seyreyliyorsun..... Kabahatin çoğu bizde be Noel Amca!
 
Belki her sene bu kadar burnumuzun dibine gelmesen, olduğun yerlerde kalsan.... Aslında o da bir yanılsama, sen bütün sene buradasın değil mi? Gittiğin falan yok! Kapıyı kapatmak da NAFİLE değil mi, Sen baca işinin pirisin...
 
Biz Prenses’in tatlısını iyi beceririz, Türk kahvesini. Şekeri kahvesine denk... Hiç yoktan ağzımızın tadını kaçırmayı bir de... Huyumuz kurusun, onu da iyi beceririz...  Sahi sen en çok o hallerimizi seviyorsun...
 
Biz katakulliyi beceremiyoruz, plan falan desen hak getire... Ama sadece bir şey... Biz son dakikaları çok seviyoruz be Noel Amca...
 
Hani herkes bitti derken, tamam derken...
 
Sahi, sen bir tek o halimizden korkuyorsun değil mi Noel Amca?
 
Bizde amca, baba yarısıdır... O yüzden çok kırıcı olmak istemem. Ama bizim pamuklarımız senin sakalda eğreti duruyor be Noel Amca! O Pamuklara daha çok yakışan yerler biliyorum ben.. Ama şimdilik böyle... Top sende, istediğin gibi oyna.. O zamana sana mutlu yıllar; dünyanın noel amcası, Sam Babası...

13 Ocak 2011 Perşembe

Nevşin Mengü Röportaj (2009)

Bu jenerasyon, tek zenginliği olan, ‘umudu’ yitirdi!









ÜB: Ekonomik krizin etkileri iyiden iyiye derinleşmeye başladı, buna Temmuz sıcakları da eklenince insanlar, Can Yücel’in hep gitmek istediği, ama bir türlü başarılı olamadığı şiirindeki gibi gitmek istiyor, ama doğrusunu söylemek gerekirse Tahran bu listede ilk sıralarda yer almaz, Nevşin Mengü nasıl gitti Tahran’a? Süreci biraz anlatır mısınız?
Orada bir şeyler olacak!


NM: One Ajans'ın bel kemiği Gökhan Eren, sürpriz bir şekilde bir gün beni görüşmeye çağırdı. Bana on kadar başkent ismi verdi; hiç tereddütsüz Tahran dedim.Gökhan Eren "Neden Tahran?" diye sordu, benim yanıtımsa ister inanın ister inanmayın, "orada bir şeyler olacak" oldu. Gökhan Bey, "sen kapıdan girer girmez işte Tahran temsilcisi geldi demiştim" dedi.
Tabi o sırada Habertürk'te Erdoğan Aktaş'la çalışıyordum. Kendisi bana bir patrondan çok bir ağabey gibi davrandı bu süreçte. Erdoğan Bey'e ayrılmak istediğimi ve gerekçemi söyledim, birlikte oldukça iyi çalışıyorduk. Gitmemi pek istemedi, "ya size benim yaşımda böyle bir teklif gelseydi napardınız?" diye sordum, Erdoğan Bey açık yüreklilikle "giderdim" dedi.
Ve işte Tahran'dayım. Burası artık benim yeni evim.
ÜB: TRT Türk kısa sürede izleyicinin ilgisini çeken bir kanal oldu.. Dünyayı haberdar eden birçok kanalla yarışıyor olacaksınız, halihazırda yarışmaya başladınız bile... Sizin özelinizde bakarsak da, ekranda hangi logo olursa olsun Nevşin Mengü dendiğinde aklımıza gelen fotoğraf başarılı canlı yayın bağlantıları ve serin kanlılık! Hem yeni kanalınızla hem bu fotoğrafla ilgili ne söylemek istersiniz?

Her sabah yeni bir heyecan
NM: Çok teşekkür ederim. Betimlediğiniz kadar başarılıysam ne mutlu bana. Türkiye'de gazetecilik yapmak çok keyifli, Tükiye hem siyasi hem de sosyal olarak son derece dinamik bir ülke ve bölge ülkeleriyle karşılaştırdığımızda basın oldukça özgür, olayların derinine inebilmek görece mümkün. Her sabah bir gazeteci olarak yeni bir heyecanla uyanıyorsunuz. Bana kalırsa hepimizi besleyen işte bu heyecan.
İşin canlı yayın tarafı ise, gerçekten haz alarak yaptığım bir şey. Çünkü olay sırasında orada bulunan biri olarak, yüz ifadenizle, heyecanınızla, kullandığınız kelimelerle seyirciye de sanki oradaymış gibi hissettirmeniz mümkün. Hele şu anda yaptığımız gibi dünyanın farklı noktalarından canlı yayın yapıyorsanız, Türkçe dinleyen seyirciye o kadar çok anlatacak şeyiniz var ki.
Humeyni bile sürekli BBC izliyor!
Ben Trt Türk'ü gerçekten başarılı daha da ötesinde zaruri bir proje olarak algılıyorum. Bakın örneğin İran'da belki 50 yılı aşkın bir süredir, BBC var. Hatta İran'lılar için BBc yi izlemek bir gelenek olmuş. Hatta Ayetullah Humeyni'nin bile sürekli BBC'den haberleri takip ettiği bilinen bir gerçek. Ama İran bizim yanıbaşımız ve ilk kez devlet televizyonu olarak biz İran'dayız. Ne kadar acı değil mi? Ki İran'da 30 milyona yakın Azeri var. Büromuzu açalı yalnızca 4 ay oldu, ama inanır mısınız, buna rağmen, yolda yürürken Azeriler bizi tanıyor, bizim mikrofonumuza konuşmak istiyor. Yani aslında biz Türk televizyonları bu coğrafyada çoktandır bekleniyormuşuz, geç bile kalmışız.
Trt Türk, referans kanal olacak!
Türk kamuoyu için de artık uluslararası haberleri Amerikalılar’ın ya da İngilizler’in gözüyle değil, kendi gözümüzden izleyebilmek imkânı var. ne kadar acıdır ki, yıllarca uluslararası haberleri yabancı basın yayın kaynaklarına dayanarak yaptık. Bölgenin en etkin ülkesi olarak, yayıncılık anlamında dünyanın nabzını kendi gözümüzden tutmakta geç kaldık. Maratonun başındayız ama inanın diğer uluslararası basın yayın kuruluşlarına hızla yetişiyoruz ve inanın birkaç yıla kalmaz dünyanın büyük bir bölümü için referans kanal biz olacağız.
ÜB: Soner Yalçın’ın imtiyaz sahibi olduğu sitede İran’dan yaptığınız yayınlarda başınızı kapamanıza gerek olmadığı sizin ‘durumdan vazife çıkardığınızı’ iddia eden imzasız bir yazı yayımlandı? Aynı yazıda babanızın CHP milletvekili olmasına atıfta bulunularak çarşaf açılımından etkilenmiş olduğunuza dair bir iğneleme de yapılmış, bu durumla ilgili neler söylemek istersiniz?
Kapalı ortamda bile olsanız, Tahran'dan dünyaya yayın yapıyorsanız, başınızı örtmek zorundasınız.
N.M: Ben haberi görünce Soner Bey'i aradım. Galiba bir yanlış anlama var dedim. "ne istersin özür mü yayınlayalım?" diye sordu, ben de açıkça "gerek yok, sizden bir talebim yok, bilgi eksiğinizi düzeltmek için aradım" dedim. Çünkü gerçekten bilgi eksikliğiyle yapılmış bir haber. Size şöyle açıklayayım, örneğin ben bir kadın gazeteci olarak, bir kuaför salonuna kamerayla gidip kadınları başı açık çekemem, bunu yayınlayamam, çünkü bunlar namahrem görüntüler. Kapalı ortamda bile olsanız dünyaya yayın yapıyorsanız Tahran'dan, tabi ki başınızı örtmek zorundasınız. Burası Şeriat ile yönetilen bir ülke, haydi onu da geçtim, bir kere ben yayın yaparken, kameranın arkasında kim var, tabi ki bir erkek olan kameramanım, yani namahrem. Namahremin yanında başım açık durmam, buradaki yasalara göre suç, bu nedenle tutuklanabilirim bile. Oda Tv'de pek çok deneyimli gazeteci de var, nasıl böyle bir hataya düştüler bilemiyorum.
Dokunulmazlığı olmayan bir milletvekili kızı: Nevşin Mengü
Babam meselesine gelince, madem modern Türkiye'yiz. Şu ataerkil zihniyeti neden bırakamıyoruz. Ben babamın bir kopyası değilim. Kendi ayrı bir yaşantım, kendi ayrı fikirlerim var. Kimi zaman babamla siyasi olarak aynı fikirde oluyoruz, kimi zaman ise ciddi ciddi tartışıyoruz. Partili olan babam ben değilim. Ben gazeteciyim, nasıl babam benim yaptığım her haberi beğenmiyorsa, ben de CHP 'nin tüm politikalarını beğenmek ya da desteklemek zorunda değilim. Demeye çalıştığım, eğer önce kendi ailenizin içinde demokrasiyi işletebiliyosanız, reel politikada demokrasiden bahsedebilirsiniz.
Ben One ajansla el sıkıştım, Tahran'a gitme kararı aldım, daha sonra aileme bildirdim. Çünkü benim hayatım ayrı, babamın hayatı ayrı. Kimse kimsenin kararından ya da siyasi görüşünden sorumlu değil.
ÜB: Açıkçası annem bile sizin için endişelenirken -gerçi onun endişe eşiği biraz düşük ama- sizinkilerin bakışı nasıl oldu merak ediyorum, aileniz için özellikle son bir ay nasıl geçti? Sizi en çok etkileyen ne oldu sokaklarda ‘kırmızı’ ve ‘yeşil’in hâkim olduğu o dönemde?
Yaralandıysan söyle, gelince seni kötü görürsem kalp krizi geçiririm
NM: İran'a gelmeden kısa bir süre önce de Gazze’deydim. İstanbul'a döndüğümde, önce annem ağlayarak aradı, sinirleri bozulmuştu, daha sonra babam aradı "yaralandıysan söyle, gelince seni kötü görürsem kalp krizi geçiririm" dedi.
Önceki sene bir mayıs'ta ise, polisin DİSK binası önünde göstericilere tazyikli su ve gaz bombası ile müdahale ettiği, bir CHP li milletvekilinin DİSK binasına dolan gaz nedeniyle fenalaştığı 1 mayıs. O gün ben DİSK binasının önünden canlı yayın yapıyordum, babam ise binanın içinde DİSK e destek veriyordu. Annem yine ağlayarak aradı "artık hanginiz için endişeleneceğimi şaşırdım" dedi. Yani uzun sözün kısası ben İran'a gelen kadar oldukça idmanlılardı. Bir de benim babam çok şahsına münhasır bir şahsiyettir. Ben daha küçük bir çocukken, bana hep "kızım savaş muhabiri ol, dünyanın en güzel işi" derdi.
Ama tabi zaman zaman paniğe kapılmıyor değiller. Paniğe kapıldıklarında ise sağolsunlar başta Gökhan Bey olmak üzere, yöneticilerim sık sık annemi, babamı arayıp son durumla ilgili bilgi veriyorlar, onları rahatlatıyorlar.
İran halkının cesareti karşısında gözlerim doluyor!
Beni sorarsanız ben hem işime hem de İran insanına aşığım. seçim sürecinde yaşananlarla ilgili o kadar anlatılacak şey var ki, televizyonlara yansıyanlar yaşananların yüzde 1'i.
ama İran halkının cesareti karşısında ne yalan söyleyeyim çoğu zaman gözlerim doluyor. bildiğiniz ağlıyorum, bazı marşları duyunca.
Yeşil Devrim’in cesur kadınları
Bakın buranın kadınları o kadar cesur ki, seçimden bir kaç gün sonra asker ve besic el ele sokaklara el koydu, binlerce gözaltı var. Tam anlamıyla protestocuları ezip geçiyolar. Müdanaları yok. Öyle bir tablo gördüm ki , şu an bile tüylerim diken diken oluyor. Bir grup devrim muhafızı meydanda bekliyor, ellerinde silahlar var, genç bir kadın, bir devrim muhafızının önünde durdu, kolunu kaldırdı ve devrim muhafızının yüzüne doğru, bu dönemde reformistelerin sembolü olan zafer işareti yaptı. O sert görünümlü devrim muhafızı bir anda yumuşadı ve gizli gizli, aşğıda tuttuğu eliyle o da zafer işareti yaptı. Bunun gibi o kadar çok anekdot var ki, buıgünlerde burada yaşanan her şey o kadar etkileyici ki, keşke her gazeteciye nasip olsa.
ÜB: İnsanların bireyselleştiği süreçlerden geçiyoruz; bir İsrail bombasının, Filistinli aileyi son dakika haberi yapması ya da 16 yaşındaki kızın İran’daki ‘Nida’sının bu topraklara tam mânâsıyla ulaştığını söylemek güç, numaraları bize vurmadıkça görmezden gelebildiğimiz bir piyangoya dönüştü ölüm... Kendi hayatlarımızı bu kadar önemserken başkalarının ölümlerin -özellikle dünya haritasının sağ tarafının- bu kadar normalleşmesini medya ve izleyici ekseninde nasıl okumak gerekir?
Fransa'da gençler polise karşı yürüyünce kendi iradeleri oluyor, İran'da halk sokağa dökülünce batının oyunları diye değerlendiriliyor
NM: Evet, bu da hep benim üzerinde düşündüğüm ve sorgulamaya çalıştığım bir mevzu. bir şekliyle ırkçılık dünyada sanırım sürüyor. doğrular beyaz adamın doğruları olmaya devam ediyor.
Ama bu süreçte benim asıl sorduğum soru şu: tüm bu yaşananlar karşısında, iran da iktidarın tezi, sokaklara dökülenlerin, batı tarafında fişteklenenler olduğu yönündeydi. türkiye de bu tez doğrultuısundan iran da yaşanları okudu, sadece sağ değil sol de aynı şekilde. yani sizin sorunuzun başka bir versiyonu, sanırım biz kendi kendimize oryantalist gözlükten bakmaktan vazgeçemedik. Fransa'da gençler polise karşı yürüyünce kendi iradeleri oluyor, İran'da halk sokağa dökülünce batının oyunları diye değerlendiriliyor. Sokaklara dökülmek batı halklarının hakkı mıdır, bu topraklarda halk ve irade kelimesi biraraya gelemez mi? Bizler kamu değil miyiz, önce kendimiz kendi coğrafyamıza nasıl bakıyoruz, belki de bunu sormak lazım.
ÜB: Ahmedinecat’ın zaferiyle sonuçlanan 10. Cumhurbaşbaşkanlığı sürecinde; gerek seçim öncesi devrim muhafızlarının açıklamaları gerekse seçim sonrası protestoculara gösterilen sert tutum ön plana çıktı. Türkiye’de de genel seçim öncesi benzer süreçler yaşanmıştı, iktidârın eleştirilere tahammülsüzlüğü de hepimizin mâlumu.. Bölgedeki iki köklü kültürün bu kadar başlangıç seviyesinde bir demokrasiye sahip olmalarını,   kişisel hak ve özgürlere bu kadar bu kadar mesafeli durmalarını bölgenin geleceği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Orta sınıf olmak ne zaman ayıp oldu?
NM: Aslında şu ana kadar gözlemlediğim İran İslam Devrimi’nin yapmaya çalıştığı, klasik demokrasi anlayışının aksine İslami kavramlar ve değerler üzerine kurulu bir tür demokrasi oluşturmak, bu konuda ne kadar başarılılar, bunu İran halkı zaten masaya yatırdı.
hem İran hem Türkiye, dünyanın kilit coğrafyasındayız, ama ironik olarak, demokrasi kavramının da tarihte ilk kez yeşermeye başladığı coğrafya burası. ve hep savunulan tezlerin aksine, aslında her iki ülkede de halk irade sahibi. her iki ülke için de kamuoyunun iradesi önünde durmak gittikçe zorlaşacak.
Ama her iki ülke için de ilginç olan, sokaklara dökülen orta sınıf hor görülüyor, hatta ve hatta şımarık bulunuyor. orta sınıfın demokratik talepleri sert bir dille eleştiriliyor. Benim kaçırdığım nokta aslında şu, ‘orta sınıf olmak ne zaman ayıp oldu, orta sınıfın taleplerini dile getirmesi ne zaman şımarıklık olarak değerlendirilmeye başlandı?’ bu sorulara şu an samimiyetle verebileceğim bir yanıtım yok.
ÜB: Bir dava aracılığıyla tüm yakın tarihimizle yüzleşmek ister gibiyiz! Dava sürecinde toplumun hemen tamamı tarafından saygı duyulan kişilerin de töhmet altında bırakıldığına şahit olduk. Türkân Saylan bu kategorinin öne çıkan isimleri arasındaydı.
Bu açıdan bakıldığında, Ergenekon’un Türkiye’nin ‘beyaz eller operasyonu’ olma şansı var mı?
NM: Dürüst olmak gerekirse bilemiyorum, bunu davanın neticesinde, ki neticelenirse göreceğiz.
ÜB: Laik, gerici, militarist, cemaatçi; hep birilerine, bir yerlere ait, birlerine ve bir yerlere karşıyız. Ne yapıldığına değil kimin yaptığına bakarak pozisyon alıyoruz. Aidiyet gözleri kör ediyor, teşhisi ve tedaviyi imkânsazlıştırıyor. Sonuçta aynı gemideyiz ve bireysel bir kurtuluş söz konusu değil, kamplaşmalardan sonuç alınamadığına dair ziyadesiyle tecrübemiz de var, bu kaotik süreçlere girmekten neden hâlâ imtina etmiyoruz?
Siyaset uzlaşma kadar, çatışma üzerinden de yürür
NM: Saydığınız bu bazı grupların uzlaşması mümkün mü? Buna şüpheyle bakıyorum. İran İslam Devrimi sürecinde, uzlaşıp beraber hareket eden çeşitli grupların, daha sonra birbirilerini yeri geldiğinde katlettiğini gördük. Belki de siyaset böyle bir şey, uzlaşma kadar çatışma üzerinden de yürüyor.
ÜB: Türkiye siyasetin sivilleşmesi sürecini demokrasinin başındaki asker şapkası çıkarılmaya çalışıyor fakat o başın pek boş kalmayacağına dair ciddi şüpheler var? Buna samimi bir sivilleşme çabası olarak mı bakmak mümkün mü, yoksa bu bir güç savaşı mı? Eğer öyleyse bir yanından askerin bir yanından da cemaatlerin öte tarafını bilmem kimin çekiştirdiği bir gücün bekası -ölmezliği- hakkında art arda kaç olumlu cümle sarf edilebilir?
Ne Türkiye'de ne de İran'da hiç bir şey artık eskisi gibi olmayacak!
NM: Türkiye'de gruplar arasında amansız bir çatışma var gibi görünüyor, sanırım bu yaşanması kaçınılmaz bir süreç, ve belki de sürecin sonunda kazanan ya da kaybeden olmayacak, herkes kendi şapkasını önüne alıp bir daha düşünecek.
İran'da yaşananlar ise şu anlamda çok paralel. artık asker İran'da siyasi hükümran oldu, masaya oturdu. İranlılar’ın sorduğu soru, asker bir daha masadan kalkacak mı?
Şu kesin ki, bu coğrafyada yaşananlar tarihi yeniden yazacak ve bana kalırsa ne Türkiye'de ne de İran'da hiç bir şey artık eskisi gibi olmayacak. belki de asıl önemli olan bu.
ÜB: Bir reddi mîrâs hakkınız olsaydı, neyi bırakmayı reddederdiniz önümüzdeki nesle? Hangisinden kurtulmak kolaylaştırırdı işlerini?
El âlem ne derse desin!
NM: Kesinlikle gelenekleri. Bir kere de ayıp, o ne der, bu ne der, ama ya adetlerimiz n’olur? diye düşünmeden hareket etsek, bence dünya çok daha güzel bir yer olur.
ÜB: Size dönersek yeniden; yürüyen insanların şehri Ankara’dan koşan insanları şehri İstanbul ve şimdi de Tahran, neleri özlüyorsunuz, şimdi İstanbul’da olmak vardı dediğiniz anlar oluyor mu, bir gününüz nasıl geçiyor?
Türk'üm deyince kimi Atatürk'e kimi Erbakan'a, kimi ise Erdoğan'a hayran olduğu için sizi bağrına basıyor. 
NM: Olmaz mı? Benim ilk aşkım Ankara'dır. Mütevazıdır, tek renktir, ama beğenin beğenmeyin bir devrimin kentidir, ve güçlü bir karakteri vardır. Bir sonbahar günü, Atatürk bulvarında yere düşmüş sararmış yaprakların üzerinde yürürken çıkan o melodik çıtırtılar ve burnunuza gelen Ankara kokusunun yerini hiç bir şey tutmaz bana göre. Ankara'da doğmak büyümek, kişiliğin güçlü bir parçası, Ankara kişiyi şekillendiren bir şehir. Bazen Tahran'da eski Pehlevi yeni Veli ye Asr caddesinde yürürken kendimi Atatürk bulvarında gibi hissediyorum.
zaten İran Arap coğrafyası gibi değil, bize o kadar çok benziyolar ki, bazen yabancı bir ülkede olduğumu unutuyorum. Türk'üm deyince kimi atatürk'e kimi Erbakan'a, kimi ise Erdoğan'a hayran olduğu için sizi bağrına basıyor. 
Ama tabi sırdaşlarımın, can dostlarımın pek çoğu İstanbul'da şu anda. Hepsini tek tek ayrı ayrı inanılmaz özlüyorum. Bu tip tecrübeler arkadaş ne demek, insana bir kez daha hatırlatıyor
ÜB: Epikurus; “ne yiyeceğinizden önce kimle yiyeceğinizi düşünün” der, insanın yalnız yemek yemeye pek de uygun bir varlık olmadığını anlatırken, siz ikisini birden düşünüyor olmalısınız, İran yemekleriyle ve yemek yapmakla aranız nasıl?
Yemek yok, ama sofralardaki muhabbetler paha biçilemez.
NM: Bakın, Mevlana, İbni Sina, Firdevsi bizden çok İran'a ait, Farsça Türkçe'yi çok fazla etkilemiş, bunların hepsini kabul ediyorum. ama mutfak dendiğinde orada durun. İran'ın bir mutfağı olduğu söylenemez. bütün mutfakları kebap ve pilavdan oluşuyor. İran mutfağına ait, doğru dürüst bir tatlı bile malesef yok. ben de vejeteryan olduğum için zor anlar yaşıyorum açıkçası. Ama İranlı arkadaşlara sık sık bizim zeytinyağlılarımızdan pişiriyorum, şikayetçi olmadılar henüz.

Yemek yok, ama sofralardaki muhabbetler paha biçilemez. İranlılar son derece içten ve esprili insanlar. Sürekli fıkralar anlatıyorlar, onlar için her şey eğlence kaynağı olabiliyor. Dolayısıyla ben burada yemekle değil, sohbetle karın doyuruyorum.
"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem, ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" diyor Cemal Süreya ‘Kahvaltı’ adlı şiirinde, Nevşin Mengü’nün mutluluğunun neyle ilgisi var, neler mutlu eder sizi? Geçenlerde mutlu anlar mutluluk hedefinin kendisinden daha gerçektir diye bir söze rastladım, katılır mısınız?
Herkes arabalarından indi, sokaklarda slogan atmaya başladı
NM: Katılırım. mutluluk oldukça modern bir kavram, çağımız insanına sürekli peşinden koşması gerektiği dikte edilen bir kavram. hedonist bir biçimde hep beraber mutluluk arıyoruz. Ama nedir, nasıl mutlu oluruz tam olarak da bilmiyoruz, çünkü bir yandan da sistem, doymamak, sürekli istemek gerektiğini söylüyor.
Ama ben en son ne zaman mutlu oldum anlatayım. 99 öğrenci olaylarının yıldönümü, birkaç gündür sokaklar sessiz, ama bugün büyük bir eylem bekleniyor. Saat 4 gibi kentte turlamaya başladık. Sokaklar da çıt yok, kameramanımla eyvah dedik, her şey bitti. Bir saat sonra Lale Otelin de bulunduğu Fatima caddesindeyiz, herkes arabalarından indi, sokaklarda slogan atmaya başladı, inanılmaz bir manzara, binlerce insan genç, yaşlı, sanki 20nci yüzyıl başlarının o ateşli atmosferinden kalma görüntüler, gözlerimden süzülen yaşları durduramadım. Neye karşı oldukları, ne yapmaya çalıştıkları değil aslında benim için önemli olan. Ben gazeteciyim, İran'ın mevcut sistemine halk karar verecek ama beni duygulandıran, postmodernite artık kitlenin kalmadığını, kitlenin hiç bir şeyi değiştiremeyeceğini söylerken, burada halk iradesinin bu şekilde dışavurumuna şahit olmak. ve biz merkezin çeperinde kalmış halklar olarak, aslında sanılandan çok daha güçlüyüz hissinin uyanması. işte beni mutlu eden İran'da bu. ve sanırım bu nedenle İran'ı çok seviyorum.
Ankara kökenli, siyaset eğitimi almış bir gazeteci olarak, orta vadede, bir Ankara’ya dönüş planı var mı? Gazeteci ya da siyasetçi olarak?
Gazeteciler taksite bile girmez!
Hep vurgulamaya çalıştığım gibi ben gazeteciyim siyasetçi değil ve mesleğime aşığım. Aslında gönlümden geçen, daha uzun yıllar Orta Doğu'da kalmak. Ama malesef basın yayın kuruluşlarında çalışan arkadaşlarım ne demek istediğimi anlayacaktır. Biz Türk gazeteciler olarak uzun vadeli planlar yapamayız. Çünkü sistemin en ezici sektörülerinden birinde çalışıyoruz. Taksite bile giren bir gazeteci kolay kolay göremezsiniz, hiçbirimiz ne zaman işsiz kalacağımızı, bir ay sonra bile nerede çalışmak zorunda kalacağımızı bilemeyiz. Hiçbir zaman sendikalı olamayız, çoğu zaman sigortasız çalışırız. Örneğin ben, hiçbir işverenim bana basın sigortası yapmadığı için, hiçbir zaman sarı basın kartım olmadı. Dolayısıyla orta vadede her gazeteci gibi benim de planım karnımı doyurabilmek malesef.
“Ancak biliyorum ki, gelecek nesiller bu yazıyı okuduklarında gülecek ve hallerine şükredecekler. Çünkü onlar hep beraber üretip yeteri kadar tüketiyor, mutlu bir toplumda düşüncelerini özgürce ifade ediyor olabilecekler” yıllar önce yazdığınız ‘çağımız insanı için başkası kim*’ adlı makaleyi böyle bitirmişsiniz, aynı düşünceleriniz bugün de devam ediyor mu gelecek için hâlâ bu kadar ümitli misiniz?
Bu jenerasyon tek zenginliği olan, ‘umudu’ yitirdi!
Bu makaleyi , lisede felsefe olimpiyatları için yazmıştım. o yaşlarda az bildiğiniz için her şey daha berrak ve daha kolay. Öğrendikçe umutsuzlaşıyorsunuz. O zamanlar, o yaşlarda pek çok genç için olduğu gibi benim için de sosyalist devrime çok az kalmıştı. Şimdi ben kendi kendime gülüyorum, çünkü en çok acı çeken ve tek zenginliği umudunu yitiren jenerasyon biziz bana soracak olursanız. biz nesil olarak amerikan rüyasının bir aldatmaca olduğunu çok acı bir şekilde anladık. bir plazada bir işe sahip olmak hiç bir anlama gelmiyor. Pek çoğumuz günde yaklaşık 12 saat çalışıyoruz, ne hafta sonumuz var, ne de aslında kendimize ait bir hayatımız. Her günümüzü, pek çok gecemizi cüzzi miktarlara işverene satıyoruz. 30 yaşımızı devirmek üzereyiz, çoğu zaman bırakın kendi ev kiramızı ödeyebilmeyi, iyi bir restoranda ayda bir yemek yemeyi bile zor karşılıyoruz, ayın sonunu zor getiriyoruz. Koşullardan şikayet etme şansımız yok, çünkü sıkıntılarımız için mücadele etmeye girişince, verilen cevap çok acımasız: “herkesin yeri doldurulur, kapıda işsizler ordusu var.” Ben örneğin 2040 yılında emekli olacağım ve komik bir maaş alacağım. Bence biz nesil olarak homeless, sokaklarda öleceğiz, eğer köklü bir takım değişiklikler olmazsa, çıkmadık candan umut kesilmez misali.
ÜB: Irkçı ve cinsiyetçi bir yaklaşımda bulunmak için söylemiyorum, ama ilk Türk ve Kadın konuğumuz oldunuz, kabul ettiğiniz ve vakit ayırdığınız için çok teşekkürler...
Hepimizin üzerinde yarı görünür cam bir tavan var
NM: Ben çok teşekkür ediyorum. Madem bahsettiniz, hem Türk, hem de İran kadınları için; önümüzde uzun ve zorlu bir yol var. Yüzyıllarca evlere kapatıldık, daha yeni yeni hayatın her alanında varız. Hepimizin üzerinde yarı görünür cam bir tavan var ve bunu kırmak için çok uğraşmak gerekecek. En fazla bizim çalışmamız, en az bizim taviz vermemiz lazım.
Yayın hayatınızda başarılar diliyorum ve herkese İran'a gelmekten çekinmeyin diyorum. Kafamızda tabulaştırdığımız gibi bir ülke kesinlikle değil. Komşu olmamıza rağmen birbirimizi hiç tanımıyoruz, tanıdıkça ortak noktalar bulmak inanın çok daha kolay.

9 Ocak 2011 Pazar

Ayvalık Notları

Ayvalık'ta her sokağın sonu denize çıkar; Rumlardan miras dar sokaklar, taş döşemeler, size, sizden öncesini hatırlatan, birer abide gibi dikilirler, yolunuzun üstünde ve tabii yüksek tavanlı geniş Rum evleri…

Perşembe pazarı nedeniyle her yer ana baba günü, ön tarafta park edecek tek yer yok, bu vesile beni dede topraklarına doğru götürüyor, iç Ayvalık'a…

Babaannemden ayrıldıktan bir zaman sonra, yedi tepeliden de ayrılan ve son 13 yılını -yazları hariç- yalnız geçirdiği evin önünden geçiyorum… Saçlarını limonlu, gömleğinin iki düğmesi açık, elinden hiç düşmeyen sigarasıyla bizi karşıladığı- uğurladığı, kahverengi kapı orada işte…

Hastalanmadan önceki son yaz, benim deniz kum güneş merakımın arttığı yıllardı, yeni arkadaşlar bulup eski arkadaşıma ihanet etmiştim, o da Şırnak'taki evi yapmaya ağırlık verince, görüşemez olmuştuk.( yerel halk belediyenin Ayvalık'ın çatısında kurduğu yeni mahalleye, merkeze uzaklığını anlatmak ve orada oturanlara takılmak maksadıyla "Şırnak" diyor.)

"Beni ihmal ediyorsun, evlat" demişti. Hep "evlat" derdi.

Duruşu, yürüyüşü, her daim boyalı ayakkabılarıyla, hep bir adım önümdeydi, ben "adam" olup kanatlarından ayrılınca da durum değişmedi, o da kalktı daha yukarı uçtu!

Adımlarımı hızlandırıyorum, solda Tansaş, şehrin göbeğine yerleştirdiği klimalı tesisiyle, mahalle bakkallarını daha da kahramanlaştırıyor…

Ve karşısında Avşar Büfe, Kahya'nın kahvesi, nihayetinde deniz…

Ayvalıkta her sokak denize çıkıyor…

Akşam Cunda'ya geçiyoruz, bu ada lokması yemeyi denediğimiz üçüncü gece, ilk gece kendimize hiç muhatap bulamamıştık, dün gece Saki''yle göz göze gelmeyi başardık, biz gelirken o şalterleri indiriyordu, ortada yenecek tek "lokma" yoktu. Neyse ki bu sefer amacımıza ulaşıyoruz, üzerine biraz da tarçın, tamam…

Sırada Deli Kedi var! Daha önce ismi Dinozor olan ve bir orkestranın canlı müzik yaptığı yerin ismi Deli Kedi olmuş. Bir adam tek akustik gitarla, tek başına şarkı söylüyor, adı Tamer. Bülent Ortaçgil'den birkaç yaş genç olsa gerek, onun gibi söylüyor, bağırmadan üstüme sürüyor gitarını. Dün gece rakıyla beceremediğimi, şimdi sıpraytla becerip, sarhoş oluyorum…

Marifet bende mi, gitarda mı, sıpraytta mı? Bilmiyorum!

Bu yıl, uzun aradan sonra maaile tatil yaptığımızdan, Armutçuk'taki ev dolmuş, bana Şırnak yolları gözüküyor…

Ayvalık, Cunda, Altınoluk, tüm körfez ayaklar altında…

İnsan içinde bulunduğundan daha iyi görüyor tepeden bakınca, içindeki güzellikleri, çirkinlikleri…

Buradan bakmayan Ayvalık'ı gerçekten görmüş sayılmaz.

Bugünlerde, "Ölmeden Önce Türkiye'de Yapmanız Gereken 101 Şey" adlı kitaptaki 3 numaralı öğüdü tutarak dede topraklarını ziyaret ediyorum, yaşanmış zamanların izini sürüyorum…

Bir gün hepimiz öleceksek, yukarılarda bir yerde ya da ne biliyim aşağılarda, hepsinden sorumlu olacaksak yaşadıklarımızın…

Demek ki, hatırlıyor olacağız yaşadıklarımızı, yani demek ki ölüm bile elimizden alamayacak, yaşanmış zamanları…

"O zaman, yaşasın yaşanmış zamanlar!"

Ve ölüm, yaptıklarımıza yukarıdan bakma isteği olsa gerek, önce Şırnak'tan sonra biraz daha yukarılardan…

Yaşadığımız müddetçe, bir şeyler yapmaya çalışmalıyız hayatta, yarına kalsın telaşından uzak, yarına kalacak bir şeyler... Hep denize çıkan, yüksek tavanlı geniş taş Rum evleri mesela ve bir müddet sonra çıkıp kuş bakışı izlemeliyiz yaptıklarımızı!

Aynı dedemin yaptığı gibi, önce Şırnak'tan, sonra daha yukarılardan...

Ve haykırmalıyız, gördüklerimiz üstüne, "yaşasın, yaşanmış zamanlar!"


2008

3 Ocak 2011 Pazartesi

Hayal, Gerçekten Güzeldir!

Siz hiç, indirimli bilet attınız diye, size paso soran bir otobüs şoförü ile seyahat ettiniz mi, hayalinizde?  
Hayallerde paso sormaz otobüs şöförleri. Gerçekte ise “ paso” sorarlar pasonuzu.  

O otobüsten inip, sahil boyunca yürüdüğünüzde, karlı bir istanbul sabahında, hiç ıslanmaz çoraplarınız. Hayallerde en “dandik” ayakkabı bile su geçirmez...  

Her iyi yönü olan vak’anın en az bir tane de iyi olmayan yönü vardır, hayallerde de bu durum değişmez.

Hayaller tek kişiliktir ve yalnız mimarını ısıtır...

Gerçekler vardır bir de! Hayaller kadar sevimli ve çekici olmayan... 

Bazen insan onları aklının bir köşesine atmayı tercih eder insan bazen, mutfaktaki kırıntıları halının altına itmeyi tercih ettiği gibi.  

İşte böyle bir gerçekten bahsetmek istiyorum, karnıma sancılar girse de fısıldamak istiyorum kulaklarınıza...

Bugüne dek sevdiğim kadınların hiçbiri, benim onları sevdiğim kadar, sevmediler beni.  

En güzel kurdelayla süslediğim ve hediye paketlerine sarmaladığım kalbim, kibarca geri çevrildi… 

Hediyemi gömleğimin cebindeki her zamanki yerine koyup düştüm yollara... Her denemede büyüdü gömleğimdeki kan lekesi, çocukluğumda olduğum penadur iğnelerine alıştığım kadar çabuk alışamadım bu acılara. Her seferinde, daha çok yandı canım.  

“Her yarayı bu kadar kolay saklayabilseydik keşke  
Kolumuzdaki yanığı, uzun kollu gömleğimizin altına saklayabildiğimiz gibi.  
Ama, hiç aksatmadı yaz, her ‘haziran'da geldi...”  

Zerdüşt şöyle buyuruyor Niçe’nin diliyle: "ben bu kulakların duyacağı ağız değilim"  

Evet. Belki de susmak daha değerlidir bazı zamanlarda. Sizin söylediklerinizi duyacak kulaklara sahip değilse eğer karşınızdaki ya da sizinki, onların duyacağı ağız değilse, susmak daha değerlidir.  

İki de bir gerçek deyip duruyorum.Gerçek ne diye soracaksın, hayal ne?  

Sevdiğim kadınları hep kız kulesine götürdüm ben. Dönüşte Salacak’a geçer, Üsküdar’a kadar yürürdük. Kış olurdu mevsim, üşürdük…  

Gerçek şu dostum; benim sevdiğim kadınların hiçbiri ne kız kulesine gittiler ne de Üsküdar’a yürürken üşüdüler.  

Ayağına su girmeyen, pasosu sorulmayan ve üzerine en sevdiğim kıyafetini giyip çıkagelen güzel, büyük ihtimalle, bambaşka hayellerin peşine takılarak okuyordu, Can Dündar’ın Yarim Haziran'ını.. Benden çok uzaktaki odasında ve sıcak çayını yudumlarken...  

İşte gerçek tastamam bu...  

Bugünlerde, okuduğum bir kitaptan ilham alarak, senin beni sevmemenin bana iyi gelen yanlarını düşünüyorum, cinselliğe kıyısı olmayan bir ülkede, sana sarılamamamın bana iyi gelen yanlarını…  

Neden konuşmadığımı soruyor çevremdekiler, merak etmeyin bunalımda falan değilim... Ben ne zaman ağzımı açacak olsam, senden bahsetmek istiyorum, fakat sevmiyorum adının başka dillerdeki aksini, kimse bilmesin istiyorum ismini.  

Susuşlarım bu yüzden, bir duman şarkısı gibi ‘kendime saklıyorum seni.’  

Ne zaman elime kalem alsam kelimeler sana doğru koşuyor, her cümlemin sonu sana çıkıyor... Bir matematik profösörü olsaydım beni sevmenin bir formülünü bulmak isterdim, gel gör ki hiç anlamıyorum cebirden...  

Bugüne dek yanlış kulaklara sevgi sözcükleri fısıldayan bendeniz bir özür borçlu olsa gerek yüreğine ve bir söz vermeli kendine.  

Yüreğim ‘sözüm’ sana:  

Seni gerçekten seven biri olmadıkça, çıkmayacaksan bir daha yerinden. O güne dek yalnız gideceksin kız kulesine ve hiçbir şoför paso sormayacak, indirimli biletine.