30 Kasım 2010 Salı

Maskeli Balo

“Bıktım" dedi, adam. "Başkalarının bize dayatmaya çalıştıklarından..." "Sartre”, dedi kadın! “Cehennem başkalarıdır” “Benim bir fikrim olmaz di mi? Hemen Sartre, zurt!” “Anlat tamammm” “ Küstüm, öp barışalım!” “Aaa ama...”

“Bu maskeden kurtulmak istiyorum, çoğu zaman ben olmayan o adamla yollarımı ayırmak istiyorum!” “Başarabilecek misin, peki?” diye sordu kadın. Bilmiyorum, ama denemem gerekli. Başkalarına ayıp olmasın derken, kendime ayıp ettim!” “Hemen herkesin bir maskesi var" dedi kadın, "belki birden fazla!" “Herkes öyle diye.." “Herkes öyle diye biz de öyle olacak değiliz tabi” dedi, kadın.

“Biz diye bir şey var mı sence?” “Sen bu kadar sormazsan olur belki!” Dudaklarını birleştirdi adam ve parmaklarını çenesine götürdü: “Ben bu kadar konuşuyorum diye yani, sen beni zamanında görecektin seni öyle bir severdim ki, ayakkbılarını giymeden kaçardın!” Güldüler ve sonra sustu kadın, bir daha hiç konuşmayacak gibi sustu, yakın olmayan yerlere bakıyor gibiydi. "Seninle, sonsuza kadar susabilirim" dedi, adam."Yalan söylüyor olabilir misin? diye sordu kadın. " Ben işin, yalnızca yarısıyım." "Aklımdan geçmiyor değilsin" dedi kadın. "Aklında kalmayı yeğlerdim” dedi adam.

"Peki, korkmuyor musun?" “Neden?” diye sormasını beklemeden devam etti: "Yanlış anlaşılmaktan, dışlanmaktan?" “Çemberin zaten dışındayım! Biliyor musun, sensiz otuz sene geçirdim ve bunca yaşanandan sonra altmışımı görmem sürpriz olur, yani sensizliğimin yarısında sayılırım. Korkarım ki, geri kalan kısmı da sen olmadan kotarabilrim! Velhasıl en son korktuğum şey kimsesizlik... “Yalnızlıkla, kimsesizlik aynı şey mi? “Sanırım kimsesizlik “lar”sız olmaz, yalnızlıksa sensiz...” “Beni etkilemeye çalışıyor olabilir misin?” “Olabilir, sen dünyanın senin etrafında döndüğünü düşünüyor olabilir misin?” “Olabilir!” Güldüler, çok güldüler ve başlarına hiçbir şey gelmedi!

"Ben, ayran olmak istiyorum" dedi, adam. "O kadar karışmalıyız ki birbirimize, biz bile bilmemeliyiz artık, kim yoğurttu, kim suydu. "Ya özgürlüklerimiz?" diye sordu kadın..."Palavra" dedi, adam... "Ben, en çok senin yanındayken özgürüm." "O şarkıyı sevmiyorum" dedi, kadın."Senin sevdiğin şarkıları seviyorum" dedi, adam...

“Güzel lafları neden hep sen söylüyorsun?” dedi, kadın. “Bu benim hikayem de ondan” dedi, adam.

Kadın, maskesini çıkarıp masanın üzerine koydu,'telaşlarını', 'acabalarını', 'kim ne derlerini', hepsini. Adam kadının daha çok 'kendi' olduğunu fark etti. Kendi üzerindekileri, masanın üzerine bırakırken.. okukuduğu bir kitabı hatırladı, "Kendimize ulaşmamız için, kendimizden ne kadar soyunmalıyız?" diye, soruyordu yazar..(aa geceyarısı şarkıları) Yeterince soyunduğunu düşündü 'mutlu' oldu.

Kafasını kaldırıp, kadına baktı baktı, kadının yüzü aydınlıktı, ellerini uzattı kadın, 'yanıyorlardı!' "Hiçbir yaz, bu kadar ısınmamıştım," dedi adam." Ya, kış gelirse?" diye, sordu kadın."Amma çok soru soruyorsun, 'be kadın' " dedi, adam. Gülüştüler, epey gülüştüler, gene bir şey olmadı.

Hava kararmaya başladığından olacak; 'geç' olduğunu düşünüp kalkmaya karar verdiler. Adam kadınla herhangi bir eylem içersinde bulunmaktan keyif alıyordu; oturmak, kalkmak, gitmek ya da kalmak... Kadın, adam onu sevdiği sürece, onu sevecek gibi duruyordu şimdilik. Yazar, mutsuz bir son istemiyordu, en azından şimdilik. Bu yüzden; yazar da adam da kadın da mutluydu, hikayenin sonunda...

Hiçbir şey söylemeden yürümeye başladılar, adam o kadar çok konuşuyor ve kadın o denli çok soru soruyordu ki; sonsuza dek susmaları imkânsızdı...

Adam tüm gemileri yaktığını ve dönüşü olmadığını söyledi, o şarkıyı sevdiğini söyledi kadın...

"Artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum" dedi adam(n.h) kadın sesim kötü dedikten sonra, durdu ve ve ekledi: "Kimin umrunda..."

Kimin umrunda...

26 Kasım 2010 Cuma

1. Tekil Şahıslar!

Geçmiş cesaretlerimiz, battaniyeler basıyor şimdi, kapı altından sızan ateşlerimizin üzerine, ıslak yorganlar... Pişman değiliz yaptıklarımızdan, hâlâ, ama beyhude çabalarımız, dermanla dizlerimiz arasındaki bağı kesti, hevesimizi kesti, nefesimizi kesti... Yaptıklarımız; yapamayacaklarımızın teminatı artık!

Çizdiğimiz resimler, kullandığımız renkler, altını çizdiğimiz satırlar, hepsi soluk… Boyalarımızın hiçbiri bulutları pembe yapmaya yetmiyor artık ve çoğusu kırık, çoğusu kayıp… Kağıtlarımız müsvedde kutusunda...

Kurduğumuz hayallerin çok uzağına düştük, bu kağıtlar bizim kardıklarımız değil...

Şimdi hiçbir şaka derin yarıklar açmaya yetmiyor yanaklarımızda...

“Hayat mutlu olunacak bir yer değil galiba” galibası biraz fazla kaçmış bir söz dudaklarımızda...

Küçük dünyalarımızı kuramadık, dış dünyayla savaşabileceğimiz; tanıdık, ufak, bildik, bizim dünyalarımız...

Ekonomik enflasyonlara, insan enflasyonlarına, bilumum deformasyonlara, dezenformasyonlara karşı durabileceğimiz ufak, minik, yeraltı sığınakları, yaşam dehlizleri...

Mataramız delindi bundan, kılıçlarımız kırıldı, kınlarında kaldı umutlarımız, iyimserlik yakınlarında, geri çekildik hayattan...

Yalnız kaldık savaşlarımızda ve barışlar imzaladık yaşamla, toprak kayıplarıyla dolu zoraki barışlar, kişisel Sevrler...

Anladık ki, umut, iftarı olmayan bir oruç bizim için...

Herkes o kadar yabancı ki, aynı sokaklarda yürümek, aynı dinlere inanmak, aynı ülke kimliklerini taşımak cüzdanlarımızda, tanıdık olmaya, biz olmaya, yetmiyor...

Yine de orada bir yerlerde bize benzeyen, tanıdık birilerinin olduğunu, yaşanılası iklimlerin olduğunu düşünmek güzel...

Herkesin sözünü söylediği, ön yargıların hiç, mümkünse piç olduğu, dört tarafı yaşamlarla çevrili, sınırsız bir “ütopyalar cumhuriyeti” hayal etmek güzel...

Geçmiş cesaretlerimiz, geçmişte kaldı... Karanlıktan da aydınlıktan da korkuyoruz artık... Korkudan da korkuyoruz (a.n)

Kendi evlerimizi yapacak dermanız yok, panjurları pembeye boyayacak boyalarımız da, nihayetinde söyleyecek lafımız da...

Güneşleri ardımızda bırakıyoruz, ışıkları, sihirli bir lambaya sakladığımız dileklerimizi....

Heveslerimizi katlayıp dolaplara kaldırdık, adı henüz konmamış bir mevsimde, çıkarmak üzere...

Tebessümlerimizi teneffüslere saklamıştık biz, ama zil hiç çalmadı!

Hiç, biz olamadık.

Şimdi, 1. Tekil şahıslarıyız, hayat yarışının; galip, yorgun ve yalnız...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Life olsun diye yaşamak!


Bazen, su gibi berraktı hayat, bir sabah kadar aydınlık.
Ölüm kadar bilinmez bazen, bazen hava kadar gerekli.
Kimi zaman karşımızda, zaman zaman yanımızdaydı.
Kanamayacak kadar kısa, saçmalayacak kadar uzundu...

Fırından yeni çıkmış ekmek kadar sıcak,
Sıcaktan bunalmış birinin, dolaptan kaptığı su kadar, soğuktu...

Yan komşunun;
Akşam ezanında, evde olması gereken çoçuğuydu, hayat.
Ki oyunun en heyacanlı yerinde, topunu alıp eve giden.

Biz, oyuncularıydık hayatın; sahneye, doğaçlama koyulan bir oyunda.
Hiç beklemediğimiz bir anda, perdeyi indiriverdi hayat...


Yüz yıl sonra olmayacaksak ve yüz yıl önce de yoktuysak, bu steplerde, bu ovalarda, bu viyadüklerde yoktuysak, bu tünelleri sarmadıysa, kalp atışlarımız yüz yıl önce ve adımız yazılmayacaksa hiçbir tiyatronun, bilet alanlar listesinde, yüz yıl sonra… Perdelerini ansızın indiriverecekse hayat…


Bir şeyler yapmanın vakti, belki de şu aralardır!

Hikayelerimizdeki baş erkek oyuncular, baş kadın oyuncular, birbirleriyle yarışırcasına “rahmetli” olmadan…

Şu aralar, şimdi civarlarında…

Bir şeyler yapılabilir mi acaba? “Yaşanabilir” mi mesela?

Evet, bu naçiz vücut elbet bir gün toprak olacak, fakat bir insanın ölebilmesi için, önce biraz yaşaması lazım…

Yaşamanın, Kopenhag gibi net kriterleri yok –her iki anlamda da alınabilir- tamamıyla bir his meselesi, adam yaşadım diyorsa yaşamıştır, gırtlağına yapışıp, “yok sen yaşamadın kardeşim, al şu ömrü bir daha yaşa, heh kolarını da şöyle yukarı yukarı, tamam oluyor” diyecek halimiz yok, öznel bir şey yaşamak, ama şehir keşmekeşinden, maaş bordrolarından, 0-0 berabere biten, aynı şehir takımlarının maçlarından- evet derby de denilebilir- günübirlik egolarımızdan, biraz daha fazlası olsa gerek…

Evet, çok şanslı değiliz, kuşlar tepemize sıçmak için uzun kuyruklar oluşturmuyor üstümüzde, hayatımızda bir koyup hiç alamadıklarımızdan, köylerimize duble yolllar olur, ezcümle zor bir memleket dünya, ama buradaysak ve devam ediyorsak, bir selam çakmak gerek, bizden sonra gelecek olanlara biz de buradaydık anlamında, yitmeden, gitmeden, hazır gelmişken, biraz da gıcıklığına belki...

Yaşadım diyebilmek için… Ölebilmek için…

Yaşamak öylece ve gitmek geldiği gibi,
Yaşamak hayatı müdahalesiz, geldiği gibi.
Yani sen oradayken, sen yokmuşşun gibi,
Yaşamak hayatı.

En söz söylenecek yerde susarak,
Pas geçmek hayatı.
Ve konuşarak,
En susulası yerde, bozmak “tıp”ı.

Yaşamak öylece sevmeden,
Yahut, sevip de sevilmeden.(bilegeldiğin gibi)
En sevdigin şarkıyı onu düşünüp söylerken,
Ve ıslanırken, yağmurun altında,
Toprağın kokusunu, umut sayarak yarına,
Yarına dair, bugünden yaşamak hayatı.

Evet dediği sırada,müstakbel eşinin, nikah memuruna,
İşte hayatımın kadını diyip; için için,
Oley çekerek, yasamak hayatı.
(sonraları bu sevincin erken olduğunu düşünerek)

Karşına alıp oğlunu, yıllar öncesinde duydugun ögütleri,
Kelimesi kelimesine tekrarlayarak ve
Pek de dinlenmediğinin farkında olarak,
Yaşamak hayatı.

Elinden tutup torununu, gezmeye giderken,
Dedenin senin elinden tutup, gezmeye götürdüğü günü,
Ve onu ne kadar özledigini düşünüp,
Torununun eline daha sıkı sarılarak,
Yaşamak hayatı.

Bunları yapmadan, yaşadım denilebilir mi acaba?
Bunları yapmadan, rahatta ölünebilir mi acaba?

22 Kasım 2010 Pazartesi

“Anne, ‘uf’ oldu!”

Çocuk parlak bir fikri olduğunu ele veren hınzır bir gülümseyişi ve birine yakalanacağının habercisi paytak adımlarla sobaya yönelince, “uf olursun” dedi, annesi. Ufak parmağını ateşe götürüp, uygulamayla pekiştirdi nasihatini.

Çocuk, sobayı sevdi hep. Çünkü o; yavan, çiğnedikçe ağzında büyüyen meyveyi bambaşka bir şeye çeviriyordu. Önce, sarıdan turuncuya sonra yer yer siyaha dönüşen, yumuşayan o kabuk ve ilkin içerde duran, ama ısının artmasıyla bulduğu ilk çıkıştan kendini dışarı atan, o balımsı sıvı...
İnsan ille de ayva yiyecekse, ömrü hayatında, bu ayvayı yemeli!

Ayvayı sevdi çocuk. Çünkü o; soğuk, erken akşamlarda, “dört” kişiyi “bir” aile yapıyordu...

Çocuk, merak edeceksin, “Ateş” nasıl bir şeymiş?”diye! Gidip, bir de kendin değdireceksin elini, alev kutusuna. Utancından kızaran yüzünle aynı rengi almış elini, arkana saklayıp konuşacaksın: “Anne uf oldu!” “Öpeyim de geçsin” diyecek, tüm yaralarına merhem olmaya, doğuşundan meyilli kadın.

Anneler çocukları “hiç” uf olmasın isterler...

Önce “uf” oldu ayva, sonra tadından yenmez. Biraz daha kalsaydı ateşin üstünde, artık hiç yenmez...

Yanacaksın çocuk ateşlerde, “uf” olacaksın, annen ne kadar üzülse de.

Öpünce geçmeyecek acıların olacak... Sobaların eremediği, yorganların yetmediği odalarda, üşüyeceksin.

Soğuğu sev çocuk, ateşi de. O, kurumuş ekmeklerine yeniden can verecek. Turunculaşak; sarı, yavan kabuğun, ham meyven olgunlaşacak, balın sızacak çatlaklarından. Tadından yenmeyeceksin...

Lakin, dumanlar tütmeden, ekmeğin kömüre dönmeden, çık koynundan ateşin, ki yanmayasın.

Artık, ne soba var ne ayva. Terazin şaştı, ayarın bozuldu yani.

Senin sınavın da bu olacak. Düşüneceksin hep; “ Pişiyor muyum hâlâ, yoksa yandım mı?” diye.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bekleyen...

Her şeyden habersiz, öylece yatıyorum. Başım epeyce kalabalık. Üzerimde kundak denen o karabasan. Bilezikli kadınlar ve onların bıyıklı kocaları gülüyorlar.“Aynı babası” diyor, içlerinden biri...

İlk hediyem, mavi bir boncuktu. Doğar doğmaz yakama takıldı, “aman nazar değmesin” diye... Halbuki hiçbir başarım yoktu o ana dek, herhangi bir nazar değecek...

İşler başlangıçtaki kadar iyi gitmedi sonra, peşin ödüller yerlerini uzun bekleyişlere bıraktılar. Uzun ve “ucu açık” bekleyişler...

Yıllar geçiyor, beklenenler bir türlü gelmiyordu.

Birer birer devrildi kurulan hayaller... İskambil kağıtlarından yapılan, hep devrilecekmiş gibi duran ve devrilen evler gibi, devrildiler.

Bir süre pembe boyalar aldım kırtasiyeden, bulutları boyamak için...

Kırtasiyecinin; İstanbul'un taşının, altın olmadığına karar verip, tasını tarağını ve pempe boyalarını alıp, evine dönebileceğini hiç düşünmemiştim. Ya da, bir daha hiçbir boyanın, hiçbir bulutu o kadar pembe yapamayacağını!

Büyüdüm ve dağıldı etraftaki kalabalık, bıyıklı adamlar bilezikli eşlerini alıp gittiler...

Son boyalar da, yıkılan evin pempe panjurlarına gitmişti...

Ben de bulutları boyamaktan vazgeçerek, yorucu bir bekleyişe koyuldum.

Kimsin bilmiyorum, kimse bilmiyor.

Ben Ramazan’da, Kurban’da adettendir diye öptüm tüm elleri, “Bayram onun geldiği gün olacak” dedim, bunlar bayram değil...

Yakın Yerler’i” izlemeyi bıraktım artık, gelirsen gidilecek bir yer bulunur elbet. Senin için altını çizdiğim tüm satırların da mürekkebi soluyor yavaş yavaş, olsun...

Gelmezsen, yani hiç gelmezsen, Allah biliyor ki, yaşanmışlar arasında saymayacağım bu ömrü...

Ve fakat geldiğinde, ben gitmiş olursam, öyle ölmekten falan bahsetmiyorum. Ben, benden gitmiş olursam. Dayanamamışsam yani, bozulmuşsam, Arçelik yalnızlığa uzun süre katlanacak bir model bulamamışsa henüz, beni, sana kadar saklayamamışsam, ezcümle yoksam geldiğinde.

Beklediğimi bil. Bu satırlar, o telaş içinde yazılmıştır ve bu şiir:

Denizin mavisinde, arama onu.
Ya da, güneşin sarısında.
Ömrünün yarısında, bir adam sevdi seni.
Sonbaharın hüznünde, arama onu.
Ya da, ilkbaharın neşesinde.
Hep, aklının köşesinde,
Dün vardı, bugun yok o adam.
Şiirlerin içinde, arama onu,
Yahut şarkıların sözünde.
Aslında, hep gözün önünde,
Dün vardı, bugün yok o adam.

Beklediğimi bil...

15 Kasım 2010 Pazartesi

"Kimseye Yazılmış Mektuplar!"

Barış Manço öleli çok oldu, eskisi kadar küçük de değiliz artık. Yine de tutuyoruz şarkıdaki öğüdü ve erken kalkıyoruz "bizi uykulara mahkum eden yatağımızdan!"

Evet. Bugün bayram...

Sana yazılacak öyle çok şey var ki, kadife gülüşünün kuytusuna bırakılacak onca hikaye... (bir belediye projesine kurban gittik galiba; iki komşu arsasıyken aynı şehrin, “aramızdan yol geçti...”

Dün, rüyamda seni gördüm, kısa bir rüyaydı - zaten en uzunu altı saniye sürüyormuş, bizim zaman birimiyle- neyse.

Din alimlerinin, muhtelif rüya tabirleri, üzerinde anlaştıkları, rüya türleri var, onlardan bahsetmeyeceğim. Ben kendimce rüyaları ikiye ayırıyorum. Gerçek olmadığının farkına vardığımız- bitse de gitsek- rüyalar ve gerçek sandığımız -süper- rüyalar.

Dün gece "süper" bir rüya gördüm. Uyandığımda bile, birkaç dakika muallakta kaldım. "Sanki gerçekti."

Sonra bir bayram hediyesi vermek istedim kendime, bugün mutluluk serbest dedim: "Say ki gerçekti..."

Lise ikinci sınıfta, aynı zamanda rehber öğretmenimiz olan, Felesefe Hocamızla çok sık konuşma imkanı bulurduk.

Gündemin "sınıfın sorunları" olduğu sohbetler, kimi zaman sosyal hayata, kimi zaman politikaya, bazen de aşka çıkardı.

Yine böyle sohpetlerin birinde, odasının camından gözüken ve Okmeydanı'ndan Halıcıoğlu'na inen "s" yolu işaret ederek:

" Aşk nedir bilir misin, Buget?" Cevap beklemeyerek devam etti:

" Sebepsiz yere, her gün yürüdüğün o yol var ya; aşk, o yolu hiçbir şey konuşmadan- tek kelime dahi- beraber yürüyebildiğin ve yolun sonunda, bundan mutlu olduğundur...

O günden sonra fark ettim ki; konuşmayı sevdiğim insanlarla, susmayı da seviyorum. Altın derdinden münezzeh, susuşlar...

Rüyada uzun bir yolu birlikte yürümüş iki kişi gibiydik- Okmeydanı / Halıcıoğlu yolu değil- ellerin sırtımda birleşti, başım omzunda, sımsıkı sarıldık, birbirlerine anlatacak çok şeyi olan iki "eski" dost gibi - Alarko Carrier kusura bakmasın ki, bu vücut hiçbir kombi marifetiyle, bu kadar ısınmamıştı.-

Sen hiç konuşmadın rüya boyunca, ben de - zaten insan ne konuşabilir ki "altı saniyede!" Muslukları kapadın mı? Kapıyı kilitlemeyi unutma! Haydi öpüyorum, rüyam bitiyor...- Hiçbir dünya telaşı umrumuzda değildi, ne bir replik, ne bir gönderme ne de alfabetik bir hareketlenme...

Hocam kulaklarınız çınlasın! Çırak meydanı boş buldu, aşk tarifi de yapacak: " Bence aşk, o yolda tek başına yürümeyeceğine dair hiçbir alamet yokken bile, adımları ileri doğru atabilmektir- kimse bu yürüyüşlere bir anlam vermese de- aşka doğru..."

"Aşk kör olmadan, gözleri karartma sanatıdır."

Garantili bir iş yapmak isteyenlere, tavsiye etmem aşkı. Onlar köşedeki beyaz eşyacıdan, kendilerine bir televizyon alıp bozulmasını bekleyebilirler, "garanti" devreye girecektir. Sevgide ise iş biraz daha çetrefildir, her iş gelebilir insanın başına bir sevdada, ne biliyim; eli sobaya değer, çorabının ucu delinir, akla gelen, gelmeyen bir sürü "doğal afet." En kötüsü de insan bunların hiçbirinde, sigorta şirketini arayamaz; "aşk her zaman kapsam dışıdır."

Ezcümle aşka belli olmaz. O kimi zaman bir "güya" kimi zaman da bir "rüya"dır.

İnsan, uyanır...

Öyle mutluydum ki uyandığımda -yolun sonunda-

Bunu bir şekilde anlatmak istedim; oturup, bir mektup yazdım.

Bu mektup "kimseye" yazılmıştır. Ya da -kuvvetle muhtemel- yazar koca bir yalancıdır...

Filhakika; bugün, mektup sana, bayram bana'dır.


13 Kasım 2010 Cumartesi

Sensizistan!

Herhangi bir deneme sınavında, çok soru kaçırmam Coğrafya'dan...

Mercimeğin Urfa'da, zeytinin Gemlik'te yetiştiğini bilirim ve yine bilirim, bir şair marifetiyle, aynı beldeye doğru denizi gördüğümde, çok şaşırmamam gerektiğini!

Sahi, sen sever miydin, coğrafya derslerini? Dağların denize bakan yamaçları süsler miydi, defterini? Gitmek ister miydin bir gün, parmağını üzerine bastığın ülke başkentlerine?

Elim alışıktır, ilkokuldaki "Türkiye" haritası denemelerinden, Hatay'ın kıvrımını çizmeye, lakin elim hiç çizilmemiştir, bahsi geçen kente komşu ülkenin, sınır tellerinde.

Elin, ilk ne zaman çizildi? Biri ilk ne zaman kanattı, sol yanını.

Ne çok zaman sensiz yaşanmış bu coğrafyada, hakkında bilmediğim, ne çok şey var.

Bir gün böyle şeylerden konuşmalıyız senle, imbat rüzgarı göğsümüze vururken, bir sahil kasabasında ve mesai saatlerinin çok dışında, kaderin rollerimizi bu biçim yazmadığı bir yüzyılda belki, rüzgarın hep poyraz esmediği, bu yüzyılda belki…

Atatürk'ü bilirim, Zübeyde Hanım'ı da, ama muhtemel ki kaybolurum, bir Selanik sokağında...

Hiç kaybolduğun oldu mu? Evden uzak bir yerleri merak edip...
Hiç kaybolmak istediğin oldu mu, kimsenin seni bilmediği bir yerlere gidip?

Ben, her gün biraz daha kayboluyorum, hemen her sokağını bildiğim bu şehirde…

Kendimden oluyorum, kendim olmaya çalışırken!

Yine de kolaydır aşmak, coğrafi sınırları, bir başka şehir tabelasına hoş bulduk demek kolaydır, basit formülleri vardır, pasaport gibi, vize gibi, “bir yere gitmeyin geliyoruz size” gibi.

Ama ya beşeri sınırlar?

Bazen çok ister insan, öte tarafta olmayı, bir başkasının kara sularında, kendi beşeri sınırlarını aşmayı, çok da geçe kalmadan ama akşamüstü, beş bilemedin altı sularında… Kim bilir belki de en çok bu tarafta olduğu için ister, o tarafta olmayı!

Herhangi bir deneme sınavında, çok soru kaçırırım, beşeri sınırlardan.

O kadar çok yerin var ki bilmediğim!

Sanırım, tanıdığım yerlerini seviyorum coğrafyanın ve nasılsan öyle öğrenmek istiyorum bilmediğim kısımlarını da tek bir taşı yerinden kıpırdatmadan, nasılsa öyle ve yazlarını merak etmiyorum yalnız, gücüm nereye yeterse, ekimlerini kasımlarını…

Beşeri sınırlardan konuşmalıyız senle bir gün, kırmızı çizgilerden, beyaz ellerden konuşmalıyız, ama şimdi değil, daha geniş zamanlarda…

Dört tarafı çöllerle çevrili, gündüzü seni, gecesi beni yakan yakan tek nüfuslu, yalnız bir ülke "Sensizistan"

Muhtelif yorumlar var; geçen gün, bir İspanyol dergisi de beşinci seçmiş, en güzel şehirler arasında, ama bana kalırsa, yaşanacak memleket değil, sensiz İstanbul…

11 Kasım 2010 Perşembe

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler!


Masal yazarları, mutlu sonla biten hikayelere bayılırlar. Biz masalın sonunda prensle prensesin evlenip, mutlu oldukları bilgisine ulaşırız. Yan karakterlerin istikbali ya da haletiruhiyeleri hakkında fikir sahibi değilizdir. Belki de cücelerden biri prensesi çok sevmiştir, prensten bile çok. Ve prenses gittikten sonra bunalıma girerek, pasiflora kullanmaya başlamıştır. Bundan haberdar etmez bizi masallar.

Prenses ve prens evlenmişler, cüceler de mutlu mesut hayatlarına devam etmişlerdir...
İşte böyle bir masalın perde arkasındayız: "PAMUK Prenses ve YEDİ Cüceler"

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... Heyecanlı, hesapsız, tutkulu, birdenbire, kapının önünde...

Bu sefer de cücenin kapısındaydı aşk, seviyordu prensesi. Ne Prens, ne Grimm Kardeşler, ne de onların masalı ilgilendiriyordu cüceyi...

Bağırdı cüce, sesini duyurabilmek için prensese. O da biliyordu, hikayeyi değiştirmenin güçlüğünü, bu hikayede mutlu olacakların isimleri, evvelden belliydi.

Bağırdı, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bağırdı; Prensesin onu duymayacağını bile bile...

Peki ama niye? Duymayacağını bile bile, niye bağırdı cüce?

Bir umuttu işte. Belki, duyar diye!

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... O akrabanın, izni bitiyor bir gün... Geldiği gibi, ansızın kalkıp gidiveriyor...

Geldiği gibi, aniden kalkıp gitti prenses.

Cüce serpti tüm sularını, Alman plakalı, Mercedes arabanın üzerine...

Gitsin, ama çabuk gelsin diye... Aynıyla gelmeyecekti prenses.

Başka biri siluyetinde BELKİ, aynıyla gelecekti aşk, kim bilir!

Aşk kimdir, kim bilir!

Aşk, bir akıl çelmesidir, kim bilir!

Maşrapaya damlayan, gözyaşlarını sildi ve şöyle seslendi, gidenin ardından:

"Sen, güzeldi. Ve şimdi sensizlik de..."

Prenses bir daha hiç uğramadı, cücenin diyarına.

Cüceden de haber alınamadı bir daha...

Anlatıcının giderayak okuduğu şiir anlattı cücenin halini:


"Çaresiz unutucam yüzünü,
Yayaş yavaş geçecek, yıllar üzerimden.
Sen, yeni limanlara açılacaksın.
Yeni sevdalar, kuracaksın kendine...
Bir gün belki, ben geleceğim aklına
İyi adamdı diyeceksin,
Seviyordu beni.
Lakin biraz sıkıcı mıydı?

Evet, sevilmek sıkıcıdır bazen.
Hele sevmiyorsan, seni seveni.
Az da olsa titremiyorsa için,
Onu gördüğünde,
Sevilmek sıkıcı iştir.

Ve sevmek ,
Seni sevmeyeni sevmek,
Her Allah’ın günü,
Yorucu iştir.
Onu her gördüğünde,
İnandırıp kendini hayellere,
Onun da seni sevdiğini düşünmek,
Bir yere kadar, keyifli iştir.

Lakin, gün gelip de,
Gözünü açtığında gerçeklere,
Yani uyandığında, pamuk prenses masalından.
Ve onun gözünde,
Prens değil de ,
Cücelerden biri olduğununu gördüğünde.
Anlarsın ki;
Sevilmeden sevmek
Yıkıcı iştir.
Prenses bulur da prensini,
Günün birinde.
Unutur da cüceyi,
Cüce olmak,
Yıkıcı iştir."


Başka bir hikayenin Prensi mi oldu Cüce, yoksa bıraktı mı bu işleri? Hiç bilinemedi...

9 Kasım 2010 Salı

Ata'm Dizindeyiz!



Mustafa Kemal; soyadı kanununun akabinde, Türkler'in atası, Atatürk!

Bir milletin, kendi ülkesini kuran lideriyle, nasıl bir derdi olabilir?

“Yaşadığınız topraklar, Türkiye Cumhuriyetiyse her şey olur!” “Burası, Türkiye” gibi; eksiklerimize, gediklerimize; Türklüğümüzü, yaşadığımız coğrafyayı, mazeret gösterme yaklaşımına, hep mesafeli durmuşumdur.

“Burası Türkiye normaldir” kulağa hoş gelmekle birlikte, alabildiğince kolaycı ve olanları açıklamakta oldukça yetersizdir.

Çünkü biri böyle dediğinde, diğerinin aklına da: “Peki bu ülke, bu insanlar neden böyle olmuştur?” sorusu gelebilir ki, bu cevabı çok da kolay verilecek bir sual değildir.

Mustafa Kemal'in bizim de içinde bulunduğumuzönümüzdeki ve sonumuzdaki nesiller silsilesine anlatılamamış olması, ülke açısından gerçekten kayıp, Mustafa Kemal’e karşı görev ve sorumluluklarımız açısından da en hafif ifadeyle, ayıp olmuştur.

Atatürk’e şeklen yakın, içerik olarak ise, oldukça uzak olduğumuz çoğumuzun kabûlüdür, diye düşünüyorum.

Bunda, hemen hepimizin ucundan kıyısından yakalandığı, "dedikoducu" eğitim anlayışımızın payı büyük olsa gerek; yok efendim, annesi Mahalle Mektebi’ne göndermiş de, babası berikini istemiş de, Matematik Öğretmeni, ikimizin adı da Mustafa, gel sana şöyle diyelim demiş de, Andersen’den masallar…

Sen, Nutuk’tan bahsetsene arkadaşım; fikirlerinden, felsefesinden, sözlerinden, bu sözleri hangi şartlarda söylediğinden, ne demek istemiş olabileceğinden bahsetsene, öğrendiğin, öğrettiğin duruşunu, insanlara davranışını, günlük hayatında sergilesene. Bunları yaptıktan sonra, -hâlâ istiyorsan- teneffüslerde, beslenme saatlerinde, aklımızın bir yerlerini yine sokuştur, hikâyeci tarih anlayışını...


Devlet, Milli Eğitim eliyle, aklımızı bu tip bilgilerle doldurulup bizi “Atatürkçü!” yaparken, diğer tarafta da yurtlarda, kurslarda ortaokul çocuklarının kulağına, sözde müslümanlar tarafından, Atatürk’ün babasının kim olduğunun aslında çok da belli olmadığı, alkolle çok haşır neşir olduğu türünden, kendilerince Atatürk’ü küçük düşürecek hurafeler fısıldanmaktaydı.

Onları bulup: “İçki günah da deyyuslar, gıybet çok mu sevap?” diye sormak lazımdı.

Atatürk’ün yüzeceği yerler değildi buralar, onu çekmeye çalıştığımız birikintiler, çok sığ sulardı, diz kapak adalarıydı;

Nurettin Sözen zamanının, İstanbul sularıyız, kesiğiz.
Dolduramadık açtığın denizleri!
Gelemiyoruz yanına, çok derin sularmış yüzdüklerin.
Biz topuğunda, bilemedin dizindeyiz!


Biraz önce bahsetmeye çalıştığım yollarda yürümüş bir neslin, kafasında sağlıklı bir Atatürk portresi oluşması, onu anlamaya çalışması, zaten sürpriz olurdu, sürpriz olmadı!

Peki, bundan sonra ne yapılabilir?

Atatürk’ü sevmezlere, yaptıklarına saygı göstermezlere bir sözüm yok, Allah yollarını açık etsin!

Sözüm Atatürkçülere, Atatürkçü olduğunu; beyan, kabul veya iddia edenlere, her okulun bahçesine omuz üstü portresini dikmekle işi hallettik zannedenlere, " Ah keşke on yıl daha yaşasaydı,” “Şimdi burada olsaydı!” diye feveran edenlere.

Onlara da kendi dilimden bir şey söylemeyeceğim.

Atatürk’ün birkaç sözünü hatırlatacağım, bir zamanların meşhur TRT repliğiyle.

Kendileri karar versinler; biz, Atatürk’ün izinde miyiz, yoksa dizinde miyiz?

Evet, Atatürk diyor ki:

"Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir."

"Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

"Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır."

"Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz."

"Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir."

"Bir milletin başarısı, mutlaka bütün milli güçlerin bir istikamette oluşmasıyla mümkündür. Bu nedenle bilelim ki, elde ettiğimiz başarı, milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarı ve zaferleri gelecekte de tekrarlamak istiyorsak, ayni esasa dayanalım ve aynı şekilde yürüyelim."

Ben, bu birkaç Atatürk satırından; kendimin kısmen Atatürkçü olduğuna, bu topraklarda yaşananın da Atatürk’le uzaktan yakından alâkası olmadığına dair, öznel bir kanıya vardım.

Ama, bu koca milletin, hepsi de yanlış biliyor olacak değil ya! Kırk defa söyleyince oluyor herhalde!

O zaman, bir defa da ben söyleyeyim:

Ata'm izindeyiz...

Lakin çok derinmiş, yüzdüğün sular.
Birkaç kulaç ötede olsak gene iyiydi.
Gel gör ki, çok geride kalmışız.
Topuğunda, bilemedin dizindeyiz.


7 Kasım 2010 Pazar

Masa da masaymış ha!



Anladım ki, ben sizin salona yalnızca kablosuz bir ağ aracılığıyla bağlanabiliyorum sevgilim!

Ve ne sen bunun farkındasın ne tt.net farkında... Açıkçası ben de yeni fark ediyorum...

İşten eve koşuyorum, otobüs durağından evin kapısına kadar sebepsiz sırıtıyorum, bir telaş içindeyim sanki bir randevum var ona yetişiyorum...

O kara kuru kutuyu açıyorum aleleacele, montu masanın üstüne atıyorum, beni sana ulaştıracak şifreyi giriyorum, biliyorum ki nettesin bu sefer, bu sefer büyük hissediyorum!

Velhasıl, fena bir yanılsama içindeyim, sanıyorum ki senleyim. Hâlbuki, ki açmak gerekirse, hâl bu ki; msnleyim...

Seni online görüp, on dakika aynı dijital çatı altında kalmak ve birçok sefer sana bir şey söylemeden çıkmak ve bundan mutlu olmak -orada bir yerde olduğunu bilmekten sevinç duymak- bir tedavi gerektiriyor olmalı mutlaka...

O turuncu ışık ne kadar aydınlatabilir bu karanlık odayı, inan ben de bilmiyorum ve sevgilim yanıyor bedenimin ta içi, anladım ki, buna ilaç olamaz sen dâhil hiçbir çevrimiçi...

Bir gün mutlaka gerçek bir masada oturmalıyız senle; pencereden gelen ışığı koymalız masaya, üç kere üç dokuz eder, dokuzu koymalıyız mesela.* Bir şiir okumalıyım, gözlerine bakarak güldürmeliyim seni, o aptal ve sarışın dijital ikonu hiç görmeden. Saçını kulağının arkasına atarken elini görmeliyim, ince beyaz parmakların tutmalı kadehini, sıcaklığını senin artırdığın bir oda sıcaklığında, bizi dinden uzaklaştırmayacak kadar kırmızı şaraplar içmeliyiz. Yüksek tavanlı -tavanında işlemeler olan- eski bir binada geçmişten konuşmalıyız ve gelecekten, neş’eye doymalıyız . Biraz yemek yemeliyiz sonra kaşığı ağzına götürürken seyretmeliyim seni, ağzım açık, bir Cumartesi akşamı.. Sanki bir daha hiç pazar olmayacak gibi alışveriş yapmalız, sende ne varsa artık bende, bende ne varsa... Susmalıyız sonra, altın gümüş paritesinden (değerdeşliğinden) uzak derin bir sükût kaplamalı bu yorgunluğun üstünü ardından biraz yürümeli, şaraptan kızarmış yanaklarının kırmızısını daha da belirginleştirecek ışıklı bir bahçede birer yorgunluk kahvesi içmeliyiz...

İlla âşık olmamız da gerekmiyor, belki sonunda sevmeyiz de birbirimizi, görüşmeyiz belki bir daha, ama bir sefer yapmalıyız bunu, bu sefer yapmalıyız...

Gerçek bir masada oturmalıyız senle 1 gün, kahverengi tahta bir masa, beyaz bir örtü belki üstünde... Loş bir ışık ya da sadece bir mum belki, sözsüz bir müzik eşliğinde bir Cumartesi akşamı bizden konuşmalıyız... Ne yapmak istiyorsak hayatta koymalıyız masaya**

O Allah’ın cezası aydedeyi göndermeden iyi geceler demeliyim sana bir kez... Yaşadığını hissetmeliyim ve yaşadığımı...

Bir monitör karşısında, hikâyeler biriktir(e)meden, yaşamadan yaş almak sensizlikten de feci bir şey...

O yüzden öpmeliyim şaraptan kızarmış yanaklarını ve el sallamalıyım seni götüren arabanın ardından. Hem kim bilir öpmeyiz belki bir daha birbirmizi, hiç görüşmeyiz, unuturuz o akşamı kim bilir...

*ve**: Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” adlı şiirinden

6 Kasım 2010 Cumartesi

Proust Kişilik Testi - Ümit Buget

Word dökümanı kisvesi altında elime gelen bu kütleyi gördüğümde kendi teste başka sorular da ilave etmiş ve onları da cevaplamış diye yemin edebilirdim, ama değil... Marcel Proust kişilik Testi'nin bugünkü konuğu Ümit Buget. İşte Proust'un sorduğuna pişman olduğu o sorular ve Ümit'in konuyla ilgili ilgisiz aklına gelen ne varsa kağıda döktüğü o metin..



En sevdiğiniz kelime?
Henüz en sevdiğim kelimem yok.
Nefret ettiniz kelime?
“seni arkadaş olarak çok seviyorum” kelime değil, ama hayatımın farklı dönemlerinde farklı kadın vokallerin seslendirdiği bu şarkıdan gerçekten nefret ediyorum... En sevdiğim kelime kısmetmiş bu arada, bunları yazınca fark ettim...
Ne sizi heyecanlandırır?
Bünyede zaman zaman nükseden panik atak kalıntılarından müvellit en uyduruk görünen bir şey bile beni heyecanlandırabilir...
En sevdiğiniz ses?
İçinde su olan çamlıca gazoz şiseşini yatay çevirip çıkardığım; Cunda’daymışım, su kayalara çarpıyormuş aradan geçip plup plup yapıyormuş sesi bu aralar en sevdiğim ses bu...
Nefret ettiğiniz ses?
Elektrik süpürgesi
Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
Kanalizasyon işleri, ama bu hayatta boktan işlerle uğraşmadığım anlamına gelmiyor...
Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Samiyetle istediğim bir şey yok, halihazırda olanları hakkını vererek kullanabilmeyi dilerim...
Hayvan veya bitki olsaydınız, hangisi olmak isterdiniz?
Kelebek olabilirdi; kısa ama renkli bir hayat...
Nerede yaşamak isterdiniz?
Nerede değil kimlerle yaşamak isterdim sorusu akla daha yatkın; cevap hakkı doğsun istmemem, ama nokta atışı yapan arkadaşlar vardı onlara çok güldüm, dediğim gibi neresi olduğundan çok kim ya da kimlerle olduğu önemli benim için...
En önemli kusurunuz nedir?
Bazen gereksiz yere çok konuşmak bazen gereksiz yere çok susmak...
Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
Çay tabağı yerine zaman zaman dizimi kullanmam ve bunun gibi eleştiri oklarını üzerime çeviren; şişeden su içmek -malum şişe- diş macununu ortasından sıkmak gibi davranışlar bütünü.. Sanırım bana keyif veren huylarımın hemen tamamı kötü...
Kahramanınız kim?
Klark Kent; bünyede hem tevazuyu hem süpermeni barındırıyor=)
Hoşlanmadığınız isim?
Satılmış
İlk aklınıza gelen küfür?
Çok küfür etmem aslında ama favori küfürüm son zamanda literatüre girdi: adamı çay tabağında...=) bir ben de buldum bir tane kriz küfürü, iyi geçmeyen mülakatlarda da kullanılabilir: öz geçmişini... Bir de etseydim neler olacakmış onu ben de merak ettim...
Şu anki ruh haliniz nasıl?
Tüm kalelerime girilmiş tüm tersanelerim...
Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
Oturmuş bir hayat felsemem olduğunu düşünmüyorum; genelde moralle çalışan bir yapıya sahibim öyle ki, moralli bir günüme denk getirsem Elana Isinbeyavaa’yı bile geçebilirim sırıkla atlamada o kadar yani, ama bizim moralimizi yüksek tutmak şeklinde çalışmıyor dış dünya elbette... Bir körebe oyununda gibi hissediyorum çoğu zaman, bir şeye dokunacağımı çok hissediyorum sesini duyuyorum,  gülüşünü; ama şimdilik elimden gelen -elimde olan-sadece karanlık.. Dediğim gibi tamamına finişi görünce dönüp bakmak lazım şu anki durum her şartta devam et olur bir slogana dökmek gerekirse...
Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?
Senin dizinde oynamasını istediğin oyuncuların hiçbir dizide oynamama pahasına senin sete adım atmaktan imtina etmesi, olmasını istediğin her şeyin istisnasız olmaması, ama senin kanala önünde sonunda bir kaset teslim etmek zorunda olman...
Nasıl ölmek istersiniz?
Birilerini kurtarırken ölmek keyifli olabilirdi, ya da sevgilinin kollarında yine canti bir hareket akabinde tabii, ölümümün bir işe yaramasını isterdim açıkçası meselenin kendisi dünya için bir keyif olur herhalde ama ben daha spesifik bir şeyden bahsediyorum... Ama önce biraz yaşamak istiyorum...
Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
Sarıya söyleyin burada olan biteni anlatan aylık bir dergi hazırlasın, boş zamanlarında voleybol oynayabilir beach’in ve topların yerini gösterirsiniz, kötü smaçları için de bir hoca tutabilir...

5 Kasım 2010 Cuma

“bir dahakine ben söyleyeceğim”



bir camda, erken kalkmış iki heyecanlı çocuk, bir ellerinde yağlı ekmek, ötekilerde süt, seyre hazırlanıyorlar mahalleyi. pazar kurulacak o gün semtlerinde.. birileri gelip geçecek, kuşların dahi tereddütlü uçtuğu tellerinin altından.. bundan tam elli beş sene önce, Osmaniye’de! Bu onun heyecanı.
Çocuklar; bahçesini dut ağaçlarının süslediği, iki oda bir koridor gecekondularının penceresinden sokağı süzecekler, göçmen gözleriyle...
İstanbul’un nüfusu bir milyonu biraz geçmiş, insan görmek bugünkü kadar kolay değil!
Bakırköy; birkaç ahşap ev, bir mezarlık ve büyük bir boşluktan ibaret...
Sanki bin yıl önce gibi, ama sadece bir insan boyu uzaklıkta...
Çocukların boyu ermiyor dışarıyı görmeye... Önce biri tırmanıyor kahverengi sandalyeye, ötekini kendini çekiyor sonra ve sokağın buğusunu siliyor, divitin elbisesinin koluyla...
Azıklarının sofrası yapıyorlar asli görevi dışarıdaki suyu dışarıda tutmak olmak olan beyaz kireç tümseği..
El örgüsü yeşil süveterleri, beyaz fanilaları, kıvırcık sarı saçları, çilli burunları ve kocaman yalnızlıklarıyla... iki çocuk, eğlenceye hazır artık...
Ve açıkhava sinemasında film başlıyor...
İlk misafir sokağın başında görününce; o minik tatlılıkla ve belki de şimdi kavranamayacak bir dinginlikle, kelimeler tek tek döküldü ağızlarından:
“Abla, bak bir kadın geçiyor” “Tamam, gördüm, ama bir dahakine ben söyleyeceğim”
Birkaç dakika sonra bir kişi daha geliyor yolun öte tarafından: “ Kardeşim, bak bir adam geçiyor!” “Tamam, gördüm! Ama bir dahakine ben söyleyeceğim...”
Kireç duvarlarına akşamın erken indiği bu müstakil ıssızlıkta; gaz lambalarının aydınlatamayacağı, çizmelerini her sabah aynı renge boyayan balçığın dahi saramayacağı kendine has bir bir yalnızlık bu...
“Ayşe evlenmiş!” “Gördüm, ama bir dahakine ben söyleyeceğim...”
“ Mehmet’in çocuğu olmuş!” “Gördüm, ama bir dahakine ben söyleyeceğim...”
Kardeşimle oturuyoruz bilgisayarın karşısında ve birkaç pencere açıyoruz, eğlence arıyoruz kendimize... Sonbaharın kapımızın altından sızdığı bu erken akşamlarda... Öbür hikâyeden tam elli beş yıl sonra...
“Ne çok insan var etrafta ve ne kadar yalnızız!”
“Tamam, gördüm. Ama kimseye söylemeyeceğim!”

2 Kasım 2010 Salı

PK bilmem kaç Kavaklıdere, Ankara!

Bende ezelden beri bir batı hayranlığı vardır, Garblı ne yaparsa akabinde ben de yapmak isterim!

Mesela; hayatımın final sahnesi, Meg Ryan ve baklava desenli süveteriyle Hugh Grant’in, tüm sorunlarını arkalarında bırakıp, o uzun ışıklı caddede kar altında yürümeye başladıkları sahnedir... (Bu tip filmlerde kar hep yılbaşına birkaç saat kala yağmaya başlar zaten!)

Geçen gün de böyle oldu; Almanlar, Fransızlar "stamp stamp" diye ortalıklarda koşturup, yazdıkları posta kartlarını büyük bir şevkle pullayıp, resepsiyondaki posta kutusuna attıkça, benim de hevesim depreşti..

Bu hevesten hareketle bir "Posta kartı adresliği" gibi bir şey oluşturmaya niyetlendim, isme yazarken karar verdiğim için pek oturmadı! Hem adres dendi mi, benim aklıma bir tek Trt’ninki gelir: Posta kutusu bilmem kaç Kavaklıdere, Ankara. Yani önümüzdeki ilk bayramı “Kurban” seçtiğim bu proje için yardıma ihtiyacım var...

Oturduğunuz, çalıştığınız bir yerlerin adresini bana ulaştırıp, bu projeye katılabilir özel günlerinizde, bayramda seyranda size ulaşacak kartlarla mutluluğunuza mutluluk katabilirsininiz..

Ne adresi ümit, bizi bir borca kefil mi yapacaksın, opsiyonunuz da saklı tabi!

Metal posta kutularınıza ulaşabilmem için bana ulaşmanız gereken elektronik posta adresi
umitbuget@gmail.com 

Garb’ın afakını sarmışsa elektronik postalar... Benim manuel postada lider, Kavalıdere’m var!