8 Eylül 2014 Pazartesi

Dimitri Amca’nın selamı 10 işçiye yetişmedi: ‘Her yere beton dikmeyin’

Rodos’tan Dimitri Amca’nın selamını yetiştiremeden 10 işçimizi yüksek katlı binalara feda ettik. Şimdi AKP’lisinden CHP’lisine, HDP’lisinden MHP’lisine hepimiz için karar zamanı!

Rodos’ta hem tarihi güzellikler hem deniz kum güneş turizmi iç içe. Beş günlük tatilin ikinci üçüncü gününde; Kalithea, Faliraki, Lindos üçgeninde yolumuz Dimitri Amca’nın el yapımı gümüşlerin satıldığı fabrika mağazasına düşüyor.

Dimitri Amca Türk olduğumuzu öğrenince cumhurbaşkanlığı seçimlerinden söz açıyor ‘Erdoğan’ yine seçildi diyor.  Sonra sözü ‘Gezi’ye getiriyor. ‘Ağaçları nasıl koruduğunuzu televizyonda gördüm’, parkın adı aklına gelmiyor ama Gezi’den bahsediyor Dimitri Amca.  ‘Biz burada eski binaları yıkacaksak yerine hemen ağaç dikiyoruz’ diyor. Türkçe ‘beton beton’, ‘her yer beton olmamalı’ diyor.
KOMŞU YEŞİLİNİ TARİHİNİ YERİNDE KORUYOR!

Dimitri Amca’yla konuştuğumuzun ertesi günü Kalithea’yi keşfediyoruz. Kalithea, Rodos’un şifalı sularıyla meşhur bir yöresi. Bölgeye 1929 yılında yapılan tesis birçok ülkeden ve dinden insanı misafir ettikten ve parlak yıllar geçirdikten sonra atıl hale gelmiş. Neden sonra Avrupa Birliği’nden alınan fonla ve Kalithea şehrinin yoğun çabalarıyla 2007’de kapılarını ziyaretçilerine tekrar açmış.  ‘Doğa mimari ve tarihin eşsiz buluşması’ tanımını sonuna kadar hak ediyor. Rahatlıkla bir otel olarak kullanılabilecekken mekânın olduğu gibi korunarak restore edilmesi tercih edilmiş ve çok cüzi günlük ücretle halkın hizmetine açılmış. Eski metruk halinin fotoğraflarını ve yeni halini gördüğünüzde imrenmemek elde değil. Tuvalete giden yolu bile öyle güzel çinilerle döşemişler ki insanın çişi saygıdan geri kaçıyor.

SAMİ YEN FENER’E MEZAR OLMADI AMA…
Kalithea, Dimitri Amca Rodos, derken cumartesi İstanbul’a dönüş ve akşamında Ali Sami Yen faciası. Dimitri Amca’nın selamını 10 işçiye yetiştiremedik maalesef: ‘Her yere beton dikmeyin!’ Yıllarca dünyanın ve Türkiye’nin dev kulüplerini oraya dar eden sarı kırmızı ateşin sarısı Cimbom’la beraber Seyrantepe’ye çekildi sadece kırmızısı kaldı o inşaata ve o kapitalist çığlık inletti duvarları o akşam: Sami Yen işçilere mezar olacak!

ŞİRKETTEN TRAJİK AÇIKLAMA
‘Şirketten gece yarısı yapılan ilk açıklamada inşaatla ilgili tüm faaliyetlerin durdurulduğu bütün soruşturmalar tamamlandıktan ve güvenlik sistemleri defaatle gözden geçirildikten sonra tekrar faaliyete geçilecektir’ deniyor.  Aman ne büyük lütuf! Onu insanlar ölmeden önce yapmak gerekmiyor mu?
ORAYI YIKIP YENİDEN YEŞİL ALAN YAPACAK İRADE VAR MI?
Rodos’da el yapımı gümüş takılar ve müzik aletleri yapan bir amcanın gördüğünü biz görmüyor olamayız değil mi? ‘Herkes neyin iyi neyin kötü olduğunu biliyor, ama bu iş dünyanın her yerinde aynı önce cepler sonra karınlar şişiyor’ diyor. Dimitri Amca.  Buradaki rant sahipleri, sorumluluk sahipleri kimlerse milyonlarca dolardan vazgeçebilecekler mi mesela? Bu ranttan nasiplenenler asansörlerine kan bulaşanlar bu rezidanslardan para kazanmaktan, konforlu yaşamaktan vazgeçebilecekler mi mesela? Çok ağır bir bedel mi bu? 10 ömürden fazla mı mesela? 10 hayalden, yaşanacak 10 hayattan. Geride kalan 10larca gözü yaşlı insandan… Kırmızısı hepimizin eline bulaşan bu vahşet belki o zaman biraz hafifleyebilir.

ŞEHİT OLMAK ALLAH’LA KUL ARASINDA!
Ölen insanlarımızın şehit olduğundan bahsediliyor. Orada çalışan insanlar Müslüman olmasaydı ne diyecektik peki? Şehit olmak inanan insanların ahiretlerini kurtaran bir makam. Ve Allah’ın takdirinde. Devletlerin öncelikli görevi vatandaşlarını hayatta tutmak, bunun için gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak ve bunu denetlemek olmalı. Onların ölümlerine önem atfetmek değil.  Ezcümle; onların öbür taraftaki makamlarında rahat edecek olmaları bizi buradaki makamlarımızda rahat ettirmemeli.

BALIK HAFIZAMIZA MI GÜVENİYORLAR?
Sıcak hikâyeler soğuduğunda, gündelik telaşlar yeni gündemler oluştuğunda, o asansörün aşağı indiğinden hızla gündemimizden inecek Ali Sami Yen. Şimdi şirket yetkilileri bu işte sorumluğu olan kim varsa şu günlerin geçmesini  ve meselenin unutulacağı o günleri iple çekiyor. Ve emin olun ki o günler gelecek. Soma haberlerinin şu an ne kadar az okunduğunu görseniz şaşarsınız sevgili okur, unutuluyor, unutuyoruz!’ Belki de en çok ona güveniyorlar, balık hafızamıza!

HEPİMİZ BİR KARAR VERMELİYİZ
Böyle söyleyince siyaset eleştirisi gibi geliyor, ama değil. Bu daha büyük bir şey bir ülkenin geçmişi ve geleceğiyle ilgili bir karar. AKP’lisinden CHP’lisine HDP’lisinden MHP’lisine  herkes elini taşın altına koymalı ve bir karar vermeli: Gördüğümüz her yere -insan hayatını hiçe sayarak- AVM, Rezidans mı dikeceğiz yoksa Dimitri Amca’nın selamına kulak mı vereceğiz? Bu topraklarda önümüzdeki on yılları şekillendirecek önemli sorulardan biri de bu.

15 Haziran 2014 Pazar

Haziranda yaşamak zor

Kaç göz gezmeli insan seninkiler gibisini görmek için
Kaç şehir… AVM’siz bir meydan bulmak için.
Ne kadar çok çalışıyoruz
Ne kadar çok önem veriyoruz Atatürklü o kağıda.
Hâlbuki 301 baba eksik gideceğiz bu sene
Çocuklara karne hediyesi almaya.
Kaç göz gezer insan. O turuncu beneklere denk gelmek için.
Kaç sofra…  Makyajsız bir sohbet bulabilmek için
Yağmur ne güzel yağdı bu sabah.
Yağmur ne güzel yağmıştı o akşam.

Bir şiir yazmalı: Haziranda yaşamak da zor  1 Haziran 2014 (12:24)

1 Haziran 2014 Pazar

Ne yaptıysak nafile...

Maslowska- Jarzyna ikilisi eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde. 'Ne Yaptıysak Nafile' poponuzu olmasa da kalbinizi yakan bir oyun.'

Dorata Maslowska yazdığı oyunun adını ilk duyduğumda Yılmaz Erdoğan’ın ‘Yok bre yok, ne etsek olmuyorun ranza arkadaşıyım’ dizeleri dönmüştü kulağımda. 

Bir türlü gelmeyen bahar ve ülkenin genel psikolojik-sosyolojik durumuna da uymuyor desek yalan: ‘Ne yaptıysak nafile!’ 

Yoğun yağmura rağmen kilitlenmeyen İstanbul trafiği biraz zaman açınca 19. Tiyatro festivalinden önce AKM’ye uğradım. Polis çapraz nöbeti, kırık camlar, gün geçtikçe daha yorgun duran kolonlar, henüz merdivenlerinden kelepçelenmiş Aziz Nesin Sahnesi… AKM, gri Taksim Meydanı’nın kapkara hayaleti! 

Bu kısa ziyaretten sonra rota Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesi. 

Maslowska ilk romanını 19 yaşında üniversiteye hazırlandığı esnada yazmış Polonyalı genç bir kadın yazar ve hâlâ 30 yaşının altında. 

Festivalin açılışını yapan ve Grzegorz Jarzyna rejisiyle izlediğimiz ‘Ne Yaptıysak Nafile’ de onun ilk tiyatro oyunu. 

Metin ağırlıklı oyunun Lehçe olması ve Türkçe üstyazıyla izlenmesi biraz fiziki mağduriyet yaratsa mizahi üslubun vuruculuğunun hakkını teslim etmek gerekiyor. 

İnsan ‘dünyada herkesin Polonyalı olduğu ve sadece Lehçe bildiği’ günlere gidip oyunu bir de öyle izlemek istiyor. O zaman oyunculuk performanslarına ve sahnede olan bitene daha çok odaklanmak mümkün olurdu. Ama böylesi de ziyadesiyle iyi… 

Varşova'da eski ve tek odalı bir apartman dairesinde yaşayan bir ailenin (anne, kız, anneanne) ve aynı evde belki başka belki aynı zamanda 'Atlı Giden At' filminin senaryosunu yazmaya çalışan senaristin birbirine karışan hikâyeleri ve evin ortasında her daim açık bir televizyon. 

Popüler dünyanın ve ulusların kabul ettiği kalıp yargılardan yanılsamalarından yola çıkıp dünyanın gerçeğine ulaşmaya çalışıyoruz. 

Bir yandan hikâyedeki karakterler gerçekten yaşıyor mu, emin olamıyorsanız, ama öte yandan da Polonya'yı Türkiye , Varşova'yı İstanbul yazsanız da olur, çünkü hiçbir şeye yabancı kalmıyorsunuz. 



Maslowska bir röportajda üslubunu; 'Sanırım üçte biri reklamlardan alınmış cümleler, sonra bir parçacık şiir ve ilkokul üçüncü sınıftan kalma ilmihal parçaları' olarak tarif ediyor, ama bu metni bu alçakgönüllülüğe ya da bir tesadüfler silsilesine bağlamak ve yazarın elini korkak alıştırmayan, kalemini izleyicinin üstüne süren tarzını görmezden gelmek haksızlık olur. 

Yazarı kendi açıklamalarından yola çıkıp ‘Çok oyun izlemiyor, tiyatro mevzuna çok hâkim değil’ diye eleştirmek de çok yerinde olmayabilir. 

Kim bilir belki de gerçekler bizim sandığımız kadar yüce, entelektüel ya da karmaşık yerlerde değil bir çocuk saflığında, kafiyelerden umarsız yazılmış bir lise şiirindedir. 

Ve Maslowska- Jarzyna ortaklığının bu gerçeği yüzümüze oldukça lezzetli bir metinle vurmakta çok mahir olduklarını söylemek lazım! İkili, eli çok hafif birer hemşire gibi, ama yaptıkları iğne penisilin kuvvetinde… Poponuzu olmasa da kalbinizi yakıyor. 

‘Herkes bir şekilde yaşamamak ister!’ diyor, ‘Ne Yaptıysak Nafile…’ 

Sahi bu dünyada bir yaşam mümkün değil mi? AVM’siz ATM’siz bir alışveriş. Telefonsuz, televizyonsuz bir iletişim mümkünsüz mü? 

Bu taksitler, ankastre mutfaklar, bir site ve bir televizyon içinde yaşarmış gibi yapmalar, nereye kadar sürecek sizce? Sonsuza kadar mı? Biraz daha erken bitebilir! 

Ben savaşın patlak verdiği günü hatırlıyorum’ diyor, anneanne, ‘Fiyat savaşının mı?’ diyor, küçük metal kız. 
Oyunda ara ara kapı çalıyor ve ‘II. Dünya Savaşı’ geliyor. ‘II. Dünya Savaşı yeniden gelmeden’, diyor Metal Kız ara ara... 

Dekor renkleri mi, anneannenin tekerlekli sandalyesi mi, bilmiyorum, ama Berkun Oya’lı Ali Atay’lı Yangın Duası’nı hatırlatıyor oyun. 

Yaşamak için bir yangın çıkmasını bekleyen insanların hikâyesi? 

Biz de bir savaş mı bekliyoruz yaşamak için? İkinci dünya savaşının yeniden gelmesini… 

AVM’ler bize bu eski ya da yenilenmiş savaşlarda yardımcı olabilir mi? Beraber ölmek için belki! 

Ben yeni sezon ürünleri arasında ölmek isterim mesela. İndirimli ürünler arasında ölmek bana yakışmaz. Kimileri teknoloji reyonunda vermek ister son nefesini. Belki de halihazırda veriyordur ha? 

Beylikdüzü AVM düştü, Bakırköy AVM hâlâ bizde. İstinye sırtlarına kadar çekildik! Alışveriş merkezleri toplama kampları, ‘Mohaç Meydanları’ olabilir yeniden gelecek savaşların. 

Şimdi sokaktaki Suriyeliler bize başkalarının savaşları gibi gelebilir. Kendi hataları! Ama dünya bir kere savaşmaya başladığında aslı hiçbir savaş başkasının savaşı olmuyor. 

Oyunun tatminkâr ve tempolu bir finalle bittiğini söylemek lazım. Bunların hepsi yönetmenin hanesine yazılan artılar. Ve Grzegorz Jarzyna bu akşam ve yarın akşam ‘Nosferatu’ oyunuyla izleyiciyle buluşacak. 

Ve eğer yaşamak için bir savaş bekliyorsak, II. Dünya Savaşı’nın ya da Kurtuluş Savaşı’nın yeniden gelmesini, muharebeler insanları yaşatmaya değil sadece öldürmeye yarıyor! Hatırlatmakta fayda var… 
YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN...

30 Ocak 2014 Perşembe

İranlı öğretmen haberine neden ağlıyoruz?


Birkaç gün önce servisten inip eve dönerken gözüme boş bir arsa ilişti. Çocukluk günlerime gittim. Çeneme ilk yumruğu bunun gibi bir arazide yemiştim. Top oynayıp oynamamakta kararsız kaldığımız yan mahalle çocuklarının iriliğini tasvir için kullandığım 'öküz gibi' sözü kendileri tarafından duyulmuş ve çok da hoş karşılanmamıştı.

Boş arsalar bizim çocukluğumuzun ‘doğal teneffüs tesisleriymiş’ şimdi anlıyorum. Alabildiğine yeşil, alabildiğine gökyüzü ve alabildiğine koşuşturma. Tam da insanın hoşuna giden gibi.

Bugün internet sitelerinde yer alan Guardian kaynaklı 'İranlı öğretmen' haberi koşuşturma ve kargaşa arasında sığındığımız bir insanlık limanı oldu. Dış kaynaklı bir kendimizi anlama kılavuzu belki de.

Cüneyt Özdemir Twitter'da 'Gel de ağlama' notuyla paylaşmış linki. Ben de benzer zamanlarda benzer duygularla okudum haberi. Bizim site için hazırlarken de benzer bir başlık kullandım. Peki bizi duygulandıran ne İranlı öğretmen haberinde?
Bizi ağlatan o öğretmenin yaptıkları kadar artık pek de top sürme imkânı vermeyen kendi insanlık arazimiz olabilir mi?

Boş arsalarımız yanında insanlık arazimiz de azalıyor farkında mısınız? Neredeyse biri yol verdiğinde, ‘iyi çalışmalar’ dilediğinde mutlu oluyoruz. İnsanlık ortalamamız ‘günaydın’ civarlarında.

İşlerimizde ya da işsizliğimizde boğuluyoruz. Hayat bugünkü mesai saatleriyle yarınki arasında bir yerlerde.  Çoğu zaman bulmakta zorlanıyoruz. Nezaket, empati, jest vs.. daha geniş zamanların işi.

Ali Muhammediyan bizim artık çok az yaptığımız şeyi; bir başkasını anlamayı başarıyor.

İşte bu yüzden saçları dökülen öğrencisine moral vermek için kendininkileri de kazıdan öğretmen bize ‘fazla iyi’ geliyor.

Benim çeneme yumruk yediğim yerde. Şimdi yüksek katlı bir bina var kuvvetle muhtemel. Ve site sakinlerini yemeklerini çoktan yemiş, biraz televizyon izleyip yatmışlardır. Aman ses yapıp uyandırmayalım.

Boş arsalarımız yanında insanlık arazimiz de azalıyor. Beşeri ilişkilerimiz ‘günaydın’, sosyal sorumluluklarımız retweet seviyesinde.

Okuyucu bu haberde sahiden İranlı öğretmenin yaptığına mı ağlıyor, ne dersiniz?

1 Ocak 2014 Çarşamba

insanlar ölüyor, ama ölmüyor fotoğraflar...

dedemin fotoğrafı  yeni çerçevesiyle salonda arz-ı endam ettiğinde yılbaşına birkaç gün vardı. Şimdiyse onun ölüm yıldömüne birkaç gün var...

ilk gençliğimizin yılbaşı partileri '22 numara'da gerçekleşirdi. İlkin içerki odada doldurulan votka-vişneler sonradan sonraya masaya terfi etmelerimiz, ağzına içki koymayan eniştemin bize sofralar kurması... Şenlikli yıllar yani.

hayatımızın hızla ileri sardığını fark etmediğimiz yıllarda bir başkaydı geri sayımların tadı.

'Hani hiç kimse ölmemişken. Eskidendi,çok eskidendi...' (murathan mungan)

Yeni yıllar artık peşin sevinçlerden ziyade bizimle olmayanları hatırlatıyor.

Ben de bu vesileyle saçları her daim limonlu, ayakkıları boyalı, gömleğinin iki düğmesi açık adamı, 2007'de onun için yazdığım yazıyla selamlamak istiyorum: iyi ki doğdun, iyi ki yaşadın dede. 

Yaşasın yaşanmış zamanlar...


Ayvalık’ta her sokağın sonu denize çıkar; Rumlardan miras dar sokaklar, taş döşemeler,
sizden öncesini hatırlatan, birer abide gibi dikilirler yolunuzun üstünde ve tabii yüksek tavanlı geniş Rum evleri…

Perşembe pazarı nedeniyle her yer ana baba günü, ön tarafta park edecek tek yer yok, bu vesile beni dede topraklarına doğru götürüyor, iç Ayvalık’a… 

Babaannemden ayrıldıktan bir zaman sonra, yedi tepeliden de ayrılan ve son 13 yılını-yazları hariç- yalnız geçirdiği evin önünden geçiyorum… Saçlarını limonlu, gömleğinin iki düğmesi açık, elinden hiç düşmeyen sigarsıyla bizi karşıladığı- uğurladığı, kahverengi kapı orada işte… 


Hastalanmadan önceki son yaz benim deniz kum güneş merakımın arttığı yıllardı, yeni arkadaşlar bulup eski arkadaşıma ihanet etmiştim, o da Şırnak’taki evi yapmaya ağırlık verince, görüşemez olmuştuk.( yerel halk belediyenin Ayvalık’ın çatısında kurduğu yeni mahalleye, merkeze uzaklığını anlatmak ve orada oturanlara takılmak maksadıyla “Şırnak” diyor.) 


“Beni ihmal ediyorsun, evlat” demişti. Hep “evlat” derdi. 

Duruşu, yürüyüşü, her daim boyalı ayakkabılarıyla, hep bir adım önümdeydi, ben “adam” olup kanatlarından ayrılınca da durum değişmedi, o da kalktı daha yukarı uçtu! 
Adımlarımı hızlandırıyorum, solda Tansaş, şehrin göbeğine yerleştirdiği klimalı tesisiyle, mahalle bakkallarını daha da kahramanlaştırıyordu… 

Ve karşısında Avşar Büfe, Kahya’nın kahvesi, nihayetinde deniz… 

Ayvalıkta her sokak denize çıkıyor… 

Akşam Cunda’ya geçiyoruz, bu ada lokması yemeyi denediğimiz üçüncü gece, ilk gece kendimize hiç muhatap bulamamıştık, dün gece Saki*’yle göz göze gelmeyi başardık, biz gelirken o şalterleri indiriyordu, ortada yenecek tek “lokma” yoktu. Neyse ki bu sefer amacımıza ulaşıyoruz, üzerine biraz da tarçın, tamam… 


Sırada Deli Kedi* var! Daha önce ismi Dinozor olan ve bir orkestranın canlı müzik yaptığı yerin ismi Deli Kedi olmuş.


Bir adam tek akustik gitarla, tek başına şarkı söylüyor, adı Tamer. Bülent Ortaçgil’den birkaç yaş genç olsa gerek, onun gibi söylüyor, bağırmadan üzerime sürüyor gitarını, “söyle buldun mu?” diyor, “aradığın aşkı söyle, yoksa yalnız mısın sen yine” diyor, “benim gibi boynu bükük, gözü yaşlı, tek başına…” Dün gece rakıyla beceremediğimi, şimdi sıpraytla halledip, sarhoş oluyorum…

Marifet bende mi, gitarda mı, sıpraytta mı? Bilmiyorum! 

Bu yıl, uzun aradan sonra maaile tatil yaptığımızdan, Armutçuk’taki ev dolmuş, bana Şırnak yolları gözüküyor… 


Ayvalık, Cunda, Altınoluk, tüm körfez ayaklar altında… 

İnsan içinde bulunduğundan daha iyi görüyor tepeden bakınca, içindeki güzellikleri, çirkinlikleri… 

Buradan bakmayan Ayvalık’ı gerçekten görmüş sayılmaz. 


Bugünlerde, "Ölmeden Önce Türkiye’de Yapmanız Gereken 101 Şey" adlı kitaptaki 3 numaralı öğüdü tutarak dede topraklarını ziyaret ediyorum, yaşanmış zamanların izini sürüyorum… 


Bir gün hepimiz öleceksek, yukarılarda bir yerde ya da ne biliyim aşağılarda, hepsinden sorumlu olacaksak yaşadıklarımızın… 


Demek ki, hatırlıyor olacağız yaşadıklarımızı, yani demek ki ölüm bile elimizden alamayacak, yaşanmış zamanları… 


“O zaman, yaşasın yaşanmış zamanlar!” 


Ve ölüm, yaptıklarımıza yukarıdan bakma isteği olsa gerek, önce Şırnak’tan sonra biraz daha yukarılardan… 


Yaşadığımız müddetçe, bir şeyler yapmaya çalışmalıyız hayatta, yarına kalsın telaşından uzak, yarına kalacak bir şeyler... Hep denize çıkan, yüksek tavanlı geniş taş Rum evleri mesela ve bir müddet sonra çıkıp kuş bakışı izlemeliyiz yaptıklarımızı! 


Aynı dedemin yaptığı gibi, önce Şırnak'tan, sonra daha yukarılardan... 


Ve haykırmalıyız, gördüklerimiz üzerine, "yaşasın, yaşanmış zamanlar!" (2007)