9 Aralık 2012 Pazar

Daha çok incineceğiz!


Birkaç yıl evvel Bakırköy sahilde bir lokantayı ararken fark etmiştik. Müstakil dükkanların AVM'lere yenildiğini, bir bir kapandığını...

Şehrin görünmeyen afişlerine büyük puntolarla yazılmaya başlamıştı. Yemek orada yenecek, film orada seyredilecek, alışveriş oradan yapılacaktı...

Şehrin insan üretme makineleri, tiyatrolardan, sinemalardan vazgeçilmiş onların yerini bu para basma makineleri almaya başlamıştı.

AVM'lerin son durağı İstiklal Caddesi oldu. Bölgeye Demirören'le giren virüs caddenin öte tarafına da sirayet edince tarihi İnci Pastanesi'nin tahliyesine tanık olduk.

Evet, iktidarın dinin kutsallarına bağlı olduğu kadar şehrin kutsallarına bağlı olduğunu söylemek zor, ama İnci'nin kapatılması onların değil bizim kararımız.

İnci Pastanesi'nin kapatılmasını belediyeye, hûkûmete ya da başka birilerine yüklemek büyük kolaycılık olur. Orada o gün içeriye giren, o müşterileri zorla dışarı çıkaran, bizzat bizleriz...

Geçmiş yıllarda sadece salonlara kilitlediğimiz, gösterişimiz, şaşamız, oturma odasına, banyoya, mutfağa taşarak tüm eve yerleşti artık. Bu yüzyıl ankastre mutfakların, akıllı telefonların, bilmemem kaç D televizyonların yüzyılı...

Çılgınca tüketen, ihtiyacı olduğuna inanan, inandıran bir nesil olduk. Bu ihtiyaçları Emek Sineması da karşılayamaz İnci Pastanesi de.

Daha büyük devase ucubelere, insan doyuruculara ihtiyacımız var!

Profiterolü severim ama o küçük çikolatalı, kremalı topaçları yemeden bir ömrü de rahatlıkla tamamlayabilirim.

Peki İnci Pastanesi boşaltılırken gösterilen fotoğrafa neden bu kadar üzüldüğümü düşündüm.

Müdavimi değilken ve birkaç kırık dökük anının dışında neydi beni İnci Pastanesi'ne bağlayan?

İnci bir sembol aslında insalıktaki evrilmemizin, eksen kaymamızın işaret fişeği...

İnsanlar şu aralar kıyameti Mayaların takviminde ararken kendi mayasındaki bozulmadan kaynaklı bir uçurumun eşiğine gelişine pek önem vermiyor.

Artık kurduğumuz yeni dünyada İnci Pastanelerine, Emek Sinemalarına yer yok.. Tatlı yiyip tatlı konuştuğumuz günlere çok geride kaldı ve gün geçtikçe daha çok incineceğiz...

26 Kasım 2012 Pazartesi

FAZIL SAY VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR, HÂLÂ...

Türkiye'de son zamanların en tartışılan isimlerden Fazıl Say ve Türk klasik müziğinin dışarıda en bilinen isimlerinden... Yılda 110 konserle Anadolu'yu dünyayı dolaşıyor...

Geçtiğimiz aylarda bir tweet attı ve hayatı değişti. Sonrası davalar, duruşmalar, sataşmalar, atışmalar...
Biz bütün günahlarımızı, fikir ayrılıklarımızı, anlaşamadıklarımızı onun tweet'ine yüklemeye karar verdik sonra. Sonra biraz su aktı köprünün altından o ilk esmeleri geçti herkesin.

FAZIL SAY VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR, HÂLÂ...

Şimdi bir mektup yazdı Fazıl Say, bir adım attı. Fazıl, Nazım'ın diliyle şöyle söylüyor asılında mektubunun başında; Nasreddin Hoca’nın danslarını bestelemem, Kara Toprağı, Veysel’i, Dede Efendi’yi, Nâzım Oratoryosu’nu, rakı masasındaki Alevi Dedeleri, Odam Kireçtir’i, Altıok’u, Turgut Uyar’ı Yunus Emre’yi, Mezopotamya’yı, Hezarfen’i bestelemek, vatan hainliğiyse, yazın büyük puntolarla: Fazıl Say, vatan hainliğine devam ediyor, hâlâ...
'Gideceğim' dedim ama aslında Tokyo bana uzak memleket, demek istiyor Fazıl Say. Ben bu topraklara bu kültüre buradaki insanlara değer veriyorum. Birbirinden farklı kadar insanı barındırmış bu toraklara 'bir Fazıl mı Fazla geliyor?' diyor aslında. Başının pek hoş olmadığı arabesk haliyle söylecek olursak, 'Beni böyle sev seveceksen' diyor, ünlü sanatçı.

FAZIL SAY'DAN BİR AHMET KAYA YAPMAK, KİME, NE KAZANDIRACAK?
O kadar kırmızıya boyalı ki bu coğrafya ne kadar sarsak yaralamızı az, hâlâ... O yüzden savaş baltalarımızı, bıçaklarımızı, kılıçlarımızı kınlarını koyup, bir an evvel hoşgörü yakınlarına çekilmeliyiz...

Hem Fazıl'ı Say'mazsak geriye kaç kişi kalıyor ki bu kuyruklu piyano dünyasında? Fazıl'dan yeni bir Ahmet Kaya yeni bir Nazım çıkarmak, hangimize, ne kazandıracak? Yeni çatallar bulup fırlatmak, yeni 'şefefsiz'ler yaratmak için yeterince yaşlanmadık mı, bu meselede hevesli miyiz, hâlâ?

ARABESKİ SEVMESEK DE YAŞAMDAN YANAYIZ!
Fazıl, mektubun ikinci kısmını Müslüm Gürses'e ve arabeske ayıyor,
"Müzik tartışabiliriz, en sert şekilde de tartışabiliriz ama bu ölüm döşeğindeki Müslüm Gürses’e acil şifa ve hayatta kalması dileklerimi yollamama engel değildir. Kavga da insanidir, dayanışma da insanidir. Ölümden yana değiliz... Yaşamaktan yanayız... Müslüm Baba’ya bu yüzden sahip çıkarım, derinliğimle ve samimiyetimle..." satırlarıyla selam ediyor Müslüm Baba'ya...

FAZIL SAY İNANÇSIZ MI?
"Benim için inançsız diyorlar... Bu yanlış. Ben inançlı bir insanım hem de çok... Seslere olan inancım. Seslerin anlattığı hikâyelere...

" EVET, EGOM VAR
"Evet, büyük bir egom var. Maalesef. Büyük bir ego olmadan Nâzım Oratoryosu da, Mezopotamya Senfonisi de, İstanbul Senfonisi de, Universe Senfonisi de bestelenmiyor. Büyük bir ego olmadan yılda 110 konser verilmiyor. Ego için bağışlayın. Herkes kendi olsa keşke..." diyerek bitiriyor mektubunu.
O egosunu biraz törpülese biz bir adım atsak... En kalabalık otobüs hatlarında bile biri daha işine yetişsin diye birbirlerine yer açan insanlar, Fazıl Say'a da bir yaşam alanı açacaktır... Bu topraklar bu hoşgörüye sahiptir ve çok yıllar sonra, Allah gecinden verdikten sonra, bir yerlerde şu yazarsa büyük puntolarla bardık demektir: Fazıl Say, bu topraklarda yaşıyor, hâlâ...

12 Kasım 2012 Pazartesi

9'u beş geçe oradaydık ama...

Ata'm geçen sabah senin için 9'u beş geçe arabadan indik, kornaya da bastık hatta. Ben bir dua da okudum. Büyük fedakarlık sayılmaz ama yeri geldi anlatıyorum işte. Ata'm doğruya doğru fotoğraflı, büstlü mecburi saygıları, sevgileri sevmiyorum ben. Şekilciler Cumhuriyeti'ni sevmiyorum, ama seni seviyorum yalan yok. Bize bir ülke bıraktığın için sana acayip saygı duyuyorum.

Seni andık işte o sabah kendimizce sonra ofise geldik ki, Dadaşlar'ın haberi geldi, 17'si aynı helikopterde yitivermişler.. Sen sayfamızın - kalbimizin manşetinden bir anda düştün.
Bizim günlerimiz hep böyle geçiyor işte.

Kimse için yeterince üzülemediğimiz için üzgünüz A'tam!

Bir alışveriş merkezi yakınlarında elimizde torbalarla öleceğimiz için üzgünüz.

Ekran başında Acun seyrederken ölme ihtimalimiz çocuğumuzun başını okşarken ölme ihtimalimizden çok daha fazla olacağı için üzgünüz.

Birbirimizi anlamadan öleceğimiz için üzgünüz. Artık kelimeler yetmiyor mesafeleri kapatmaya, aralar açılıyor. Herkes vicdanının önüne kökeni koyuyor. Hepimizin köküne kibrit suyu ihtimali kimseyi korkutmuyor.

Oralarda nasılsın, ülke kuran insanlar bonus kazanıyor mu, yerin iyi mi, yoksa bazılarının dediği gibi cehennem provasında mısın bilmiyorum, ama buralar da cennet değil Ata'm! Bize bıraktığın bayrağın beyazını boyama çalışıyorum çoğu zaman... Ama elinde sadece kırmızı kalmış bir kırtasiyeye komşu okulun resim öğrencilerine döndük biz. Ölmekten öldürülmekten yılmaz olduk. Buralar hep 'kırmızı, zor görünüyor artık bayrağımızın hilaliyle yıldızı.

Demem o ki, biz 9'u beş geçe oradayız Ata'm ama geri kalan zamanda yokuz. Bir türlü koyamadık şu demokrasiyi cumhuriyetinin üstüne. Bizi ararsan bil ki ya bir fotoğrafı beğeniyor ya da bizim olmayan bir hayatı izliyoruz.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Touch İstanbul-Eylül / Selin Demiratar röportajı

“BENİM HUZUR SOKAĞIM ARNAVUTKÖY!”

atv’nin yeni dizisi  “Huzur Sokağı”nın iki başrolünden birini üstlenen Selin Demiratar'la röportaj için dizinin çekildiği Çengelköy’e doğru yola koyuluyoruz. Set ekibinden aldığımız yeni mekân bilgisi bizi semtin mezarlığına götürüyor. Mezarlık 'huzur' arayışı için fena bir başlangıç değil gibi! Huzuru bulamadan toprak olma ihtimalini de hatırlatıyor ama biz buna çok takılmıyoruz. Ölmek için daha erken diye düşünüyoruz! Henüz röportajı gerçekleştirmemişken hem de! Selin Demiratar ilk bakışta karşısındakine güven verenlerden... İnsanın parası olsa ona emanet edebilirmiş hissi uyandırıyor! Ofisteki kızlar beni affetsin ama 'mesafeli' bir havası da yok maalesef! Çekimlerden dolayı röportaj için belli bir saatimiz olmadığı ve sohbeti çekim arasına sıkıştıracağımız için biz kendimize onun kadar güvenemiyoruz tabi! Selin Hanım'ın tüm yorgunluğunun ve koşuşturmasının üstüne serdiği gülümsemesi eşliğinde, 'ilk fırsatta' buluşmak için sözleşip bizi güneşten koruyan çardağın altına konuşlanıyoruz. Ekibin 'hareket'i bizim bekleyişimizin başlangıcı! Şairin ‘Bekleyişler, bekleyişler’ dediği kadar uzun ve azimli bir bekleyiş! Sanırım seyretmeye başladığımız dizinin üçüncü bölümünden bir sahne, o anki koşuşturma, çalışanların özverisi ve Kutsi’nin defalarca yolduğu otların üzerimizde bıraktığı etkiyle, bir ara izlediğimiz dizilerde reklamlarda bile başka kanala geçmemeye yemin edecek oluyoruz. Ve nihayet işte ilk fırsat ve Huzur Sokağı'nın Feyza'sı Selin Demiraratar karşımızda! İstanbul’un Çengelköy’ünde kabristana komşu ahşap bir çardakta, AVM’ler ve ATM’ler arasına sıkışmış hayatımızda bir ‘huzur sokağı’ arayışına çıkıyoruz. Hem diziyi hem İstanbul'u hem de onu konuşuyoruz.

'İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olsa ilk icraatı ne olurdu?' mevzundan, 'Başörtülü bir karakter oynamanın nasıl bir his?' olacağına, mutfaktaki Selin'den, İstanbul'daki huzur mekanlarına, Feyza karakterini daha önce beyazperdeye taşıyan Türkan Şoray hakkındaki görüşlerinden, 'Fatih Sultan Mehmet şu an İstanbul'a gelseydi en çok neye şaşırırdı?' meselesine kadar birçok konuyu konuştuk.

İşte yer yer kahkahalı, tamamı keyifli, 'iki ara bir dere' o röportaj! Sen de hazırsan başlıyoruz sevgili okur...

Röportaj: Ümit Buget
Sizi Morrisey konserinde sırada beklerken gördüğümü hatırlıyorum! Yazın İstanbul için en keyif aldığınız etkinliği hangisiydi!

Bu yazın en keyifli etkinliği İstanbul Caz Festivali’ydi gerçekten.  Çok güzel konserler vardı. Arkadaş gruplarıyla takip etme imkânı da bulduk. Şimdi merakla Eylül’deki yeni konserleri bekliyoruz!

Yeni sezonda 'Huzur Sokağı' ile ekranda olacaksınız! Setin havasını da soluduktan sonra beklentileriniz nasıl diziyle ilgili?
Diziyle ilgili belki de söylenmesi gereken temel şey halihazırda ekrandaki işlerden biraz daha farklı olduğu. Dikkat çekici bir iş. Farklı dünyaları olan iki gencin aşkını anlatıyor. O yüzden benim diziyle ilgili beklentim izleyicinin seveceği tarzda bir iş olacağı yönünde.

BENİM HUZUR SOKAĞIM ARNAVUTKÖY!

Dizinin ismi Huzur Sokoğı. Selin Demiratar'ın İstanbul'da huzur sokakları var mı?
Ben Sultanahmet’e gitmeyi çok seviyorum mesela, o medreselerin atmosferi, ara sokaklarda kahve içmek falan çok hoşuma gidiyor. Arnavutköy de benim için tam bir 'huzur sokağı' gerçekten. Eski mahalle havasını çok seviyorum ben, bunu bir nostalji güzelleme olsun diye de söylemiyorum; esnafı, balıkçısı kahvesi, züccaciyesi o kalabalık ve orada yaşayan enerjiyi seviyorum ben…

Çocukluğunuzdan bir huzur anı istesem neler söylemek istersiniz?

Benim çocukluğum Adana’da geçti! Orası bana çok huzurlu gelir. Orada tam bir eski mahalle yaşantısı ve bir arada yaşama kültürü vardır. Çocukların akşam hatta gece bile dışarda gayet rahat gezip dolaştığı, samimi, İstanbul’a gore küçük kendine göre büyük ve güvenli bir şehirdir. O yüzden Adana’nın öyle özel ve güzel bir yeri vardır bende. 

KUTSİ HEM MÜTEVAZI HEM KOMİK!

Feyza ve Bilal'in ölümsüz aşkını anlatacak olan dizide Feyza'yı siz, Bilal'i ise Kutsi canlandırıyor. Kutsi nasıl bir partner?

Ben hemen Kutsi’yle çalışmış olan arkadaşlarımı aradım zaten proje başlamadan önce. Herkes bana Kutsi için çok güzel şeyler söyledi, çok beğendiklerini, inanılmaz yakışıklı olduğunu, hayranlık duyduklarını söylediler.. Tanıyanlar da çok düzgün bir olduğunu söyledi. Kutsi, çok iyi çok mütevazı aynı zamanda inanılmaz derecede eğlenceli ve komik de biri. Onunla çalıştığım için gerçekten çok mutluyum. O da balık burcu ben de balık burcuyum. Birbirimizi anlıyoruz.

Yavaş yavaş İstanbul denince akla gelmeye başlayan AVM'ler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son senelerde daha da çok arttı AVM’ler. Bazen düşünüyorum da 'İstanbul’a ilk geldiğimde,  bir on sene öncesinde, ben 17-18 yaşındayken nasıldı?' diye! Bir Akmerkez vardı herhalde bir Galeria vardı. Şimdi her yer adımbaşı AVM. Acil bir şey alman gerekirse her yerde bulabiliyorsun. Ben gene de açık alan alışveriş merkezlerini daha çok seviyorum. Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Taksim... Yürüyerek, gezerek alışveriş yapmak bana daha cazip geliyor!

Kutucuk: Ben  AVM'lerden çok açık alan alışveriş merkezlerini daha çok seviyorum. Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Taksim, yürüyerek, gezerek alışveriş yapmak bana daha cazip geliyor!

TÜRKAN ŞORAY BANA UĞUR GETİRECEK!


Feyza karakterini daha önce Türkan şoray beyazperdeye taşıdı. Bu ilk Türkan Şoray rolü tecrübeniz de değil. Acı Hayat'ta da Türkan Şoray'ın oynadığı rolü oynamıştınız! Türkan Şoray yavaş yavaş 'Ne oluyor yahu' diyor mudur içinden?

Evet onlar da aynı romandan 'Birleşen Yollar' ismiyle uyarlayarak beyazperdeye aktarmışlardı. Biz de şimdi romanla aynı isimle yapıyoruz.

Türkan Şoray'la bir kez tanışma fırsatı buldum; güzelliğinin, iyi oyunculuğunun yanı sıra çok mütevazı ve alçakgönüllü olduğunu gördüm. Kendisiyle ilgili her şeyi tamamlamış ve bu görüntüsüne de ondan kaynaklanan güvenin neden olduğunu düşünüyorum. Türkan Hanım o konu da çok rahattır, o yüzden onun hiç öyle bir şey düşündüğünü zannetmiyorum. Keşke düşünse...

Acı Hayat benim için çok keyifli olmuştu açıkçası. Oradaki Nermin karakterinden çok keyif almıştım. Bu dizideki Feyza karakterinden de aynı şekilde keyif alıyorum. Feyza, heyecanlı, delidolu ve eğlenmeyi seven bir karakter ve onun ruh halininin değişimin nasıl gerçekleşeceğini ben de merak ediyorum. Türkan Şoray’ın oynamış olmasının da bana uğurlu geleceğine inanıyorum .

Kendinizi İstanbul'un bir semtiyle özleştirmenizi istesem? Hangisi Selin Demiratar'a daha yakın?

Taksim olurdu herhalde. Hem eski, nostaljik bir yanı var öte taraftan modern de... Karmaşık, kalabalık, ama aynı zamanda sıcak ve samimi…

BENİ TANIMAYANLAR MESAFELİ BULABİLİR...

Sıcak demişken tamamen benim düşüncem dışında bizim kızların sizin soğuk ve mesafeli olduğunuza dair bir fikri var. O konu hakkında ne söylemek istersiniz?

O beni çok tanımamakla mı alakalı bilmiyorum! Evet bazı insanların 'Biz çok mesafeli buluyorduk' demeleri, belki de benim kendimi insanlara tanıtacak imkânları kullanmayı çok fazla tercih etmememle ilgili olabilir. Benim televizyonla işim dışında çok fazla haşır neşir olmamamın verdiği bir şey de olabilir bu. Ve nihayetinde sosyal hayatımda onların beni görmüyor olmalarının etkisi de hepsinin üstüne eklenebilir.

İstanbul çok değişken de bir şehir! Belki dünyanın bir başka şehrine gittiğinizde üç sene, beş sene, on sene, aynı kafeyi aynı adam aynı yerde işletiyor, ama İstanbul’da her şeyi bir yılda tepetaklak görmek mümkün!

İstanbul bana çok garip geliyor; bir yandan acayip bir karmaşıklık ve bir kaos var ama bu kaosun da yarattığı bir bağımlılık da var! Enteresan, hastalıklı bir ilişki İstanbul’la aramızdaki! Ben mesela farklı bir şehre gidiyorum diyelim. 'Aa' diyorum, 'Ben bu şehirde yaşayabilirim, çok güzel!' Üçüncü gün böyle bir ‘Iı’ falan oluyorum. Beşinci gün 'Hemen İstanbul’a dönmeliyim’ diyorum. Mesela yurt dışında bir yere gittiniz. Çok güzel binalar çok düzenli akan bir hayat. O düzen ilk başta hoşunuza gidiyor, ama herhalde bünye böyle bir düzene alışık olmadığı için o ilk etki geçtikten hemen sonra tekrar yedi tepeliyle olan o hastalıklı ilişkinizi özleyiveriyorsunuz.

HUZURUN BİR SAHİL KASABASINDA OLDUĞUNA İNANMIYOURM

Çağımızın en revaçta arayışlarından biri 'Huzur' arayışı! Siz huzurun herkesten uzak bir sahil kasabasında bulunan bir şey olduğuna inanıyor musunuz?

Ben hiç öyle düşünmüyorum. Öyle bir insan da değilim. Belki dışarıdan öyle bir imajım var ama kesinlikle öyle biri değilim. Evet, bahsi geçen sahil kasabasına gidip bir ay kalabilirim kafa dinleyebilirim, ama mutlaka geri İstanbul’a dönerim. 'Bütün bir yılımı orada geçiremem' diye düşünüyorum.

Arkadaşlarınızla birlikte olmaktan keyif aldığınız mekânlar var mı İstanbul'da?

Ben Galata’yı çok seviyorum . Oradaki kafeleri çok seviyorum. Mavra’da, Santral’de oturmayı özellikle çok seviyorum. O sırada üç dört tane daha kafe var. Oralarda vakit geçirmek hoşuma gidiyor çünkü Galata’da bütün o tarihi dokuyu ve ihtişamı görebiliyorsunuz, ama aynı zamanda sakin, dingin bir yer. Orada tek başıma otursam bile sıkılmıyorum.

BAŞÖRTÜSÜ SOKAĞA YABANCI DEĞİL!

Tekrar diziye dönersek farklı bir karakter olduğunu söylediniz Feyza'nın! Bir oyuncu her rolü oynar, o sebeple kapalı bir karakteri oynamak nasıl bir şey diye sormanın garipliğine ya da komikliğine düşmek istemiyorum, ama onun yaratacağı etki anlamında belki bir şeyler söylemek istersiniz? Yakın zamanda özellikle başrolde böyle bir karakter hatırlamıyorum Türk televizyonlarında!
Şu anda yok, ama hayatın içerisinde de bize çok yabancı olan bir durum da değil. O yüzden bana çok uç bir şey yapıyormuşum gibi gelmiyor. Senaryoyu okuduğumda beni rahatsız eden herhangi bir şey olmadı. Hayatın gerçeğinden uzak, kopuk olan bir şey de yok. O yüzden ben, insanların söylediği 'Acaba riskli bir iş mi, şöyle mi, böyle mi?' gibi durumlara çok fazla anlam veremiyorum.  Çünkü gerçekten senaryoda her şey çok doğal ve normal ilerliyor. İki taraf için de biribirini dışlayan, çok ağır çatıştıran bir durum yok aslında. O yüzden bu tür konuşmaları anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim.

BİRİNİ NASIL SEVDİYSENİZ, O HALİYLE SEVMEYE DEVAM ETMELİSİNİZ


Sevgililerin birbirlerini değiştirme isteklerine siz nasıl bakıyorsunuz?


Bir insanı nasıl sevmeye başladıysanız o haliyle sevmeye devam etmelisiniz. Ben onun değiştireceğiniz halini seveceğinize inanmıyorum. Değiştirmeye mutlaka ki çabalanabiliyor, ama o çabanın sonunda ortaya çıkan kişiyi sevebileceğinize inanmıyorum ben. İnsanlar hayatı nasıl seviyorsa öyle yaşamalı. Bu kadar kısa yaşam süresinde insanların sizi bencilce değiştirmeye çalışmasını yanlış buluyorum.

Hayatta tabi ki birbirimize fikirler verebiliriz, ama bir fikir olarak kalmalı! Çünkü hayata nasıl geliyorsanız ve nasıl yaşamak istiyorsanız ve nasıl mutlu olacağınızı düşünüyorsanız, o şekilde sürdürmelisiniz. Birisinin sizin zaten çok kısa süreli olan zamanınıza müdahale ederek sizi bencilce değiştirmeye çalışmasını çok yanlış buluyorum.

Fatih Sultan Mehmet şu an İstanbul'a gelseydi en çok neye şaşırırdı?

Büyük bir ihtimalle kalp krizi geçirebilirdi şu anda. İnsanlar da Fatih Sultan Mehmet’i görseler şu anda onlara da garip gelebilirdi. Karşılıklı bir anlama ve algılayama sorunu olurdu herhalde. Kuvvetle muhtemel ki onun 'Fatih' olduğuna da inanmazlardı.

KUSURSUZ BİR GÜZELLİK BANA ÇOK CAZİP GELMİYOR

1999 yılı Miss Globe Türkiye birincisi ve dünya üçüncüsü olmuş biri olarak size sorsam ve 'bal dudaklar' 'kiraz yanaklar' meselesini manavlara bıraksak, güzel bir kadının olmazsa olmazı nedir sizce?

Ben güzelliğin 'mükemmel yüz' kısmını sevmiyorum aslına bakarsanız, farklı yüz seviyorum… Bana kusursuz bir yüz çok cazip gelmiyor. Erkek olsaydım kendine özgü olan bir yüz bana daha çekici gelebilirdi sanırım. Meselenin ikinci yönüne gelirsek ben insanların kişilikleriyle kendilerini güzelleştirebildiklerine ve çirkinleştirebildiklerine inanıyorum. Ben mesela kabalıktan ve ukalalıktan çok hoşlanmıyorum. O tip insanlar da gözüme çok güzel gelmiyor açıkçası…

Yine İstanbul meselesine küçük bir dönüş yapacak olursak, size yetki verilseydi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydınız mesela! İlk icraatınız ne olurdu?

Büyük parklar yapardım İstanbul'a. Yıldız Parkı var ama çok yeterli geldiğine inanmıyorum ben. Gerçekten geniş düz alanlarda bazı binaların yerine parklar koymayı isterdim. Kesinlikle her yere her adıma metro yapardım. Dünyanın tüm metropollerinde trafik derdi illa ki var, milyonlarca insan yaşıyor neticede. İstanbul’un da bu skıntıyı en şiddetli şekilde hissettiğini düşünürsek metronun bu kadar kısıtlı olması çok büyük bir handikap. Aslında dünyanın ilk tüneli İstanbul’da yapılmış. Biz hep bir şeylerin başlangıcını yapmış ama sonra uygulamada ve süreklilikte biraz zayıf kalmışız. Dünyaya güzel fikirler vermişiz ama sonra çalışamamaşız, öyle söyleyeyim...

Sizinle ilgili "Keşke ehliyet almasaydı" diyen bir arkadaş röportajı hatırlıyorum. Kötü mü kullaıyorsunuz? İstanbul trafiğiyle aranız nasıl?

Aa yok, ben çok güzel araba kullanıyorum. Çok kontrollü ve yanımdaki insanı rahatsız etmeyecek şekilde araba kullanırım. Yapılması gereken yolda, gidilmesi gereken yerde de yine hızlı değil de 'güzel' gidiyorum diyeyim!

İstanbul’da nerelerde oturdunuz semt olarak?

Ben Ortaköy ağırlıklı oturdum. Trafiği bol ama sevdiğim bir semt.

ZEYTİNYAĞLI YEMEKLERDE İYİYİM!
Dışardan bakıldığında yemekle aranız çok yokmuş hatta birkaç günde bir yeseniz de olurmuş gibi duruyor! Hakikat nasıl peki?

Yok yemek yerim, az az ve sık yemek yerim aslında.

Yemek yapmayla ilgili durumunuz nedir?

Zeytinyağlı yemekleri çok güzel yaparım. Zetinyağlı yapmak bana çok kolay geliyor, insanlar genellikle et yemekleri yapmanın daha kolay olduğunu söyler. Ama kendim sebze ağırlıklı sevdiğim için onları da daha güzel yapıyorum ete gore… Özellikle zeytinyağlı taze fasulyeyi. Et yemeklerini yapmakta zeytinyağlılarda olduğum kadar başarılı değilim.

8 Ekim 2012 Pazartesi

İki 10 numara adam: Alex ve Erdoğan

Her şeyi iktidardan bekleyen bir ülkenin her şeyi tek bir futbolcudan bekleyen bir takımdan ne farkı var? Her şeyi Alex'ten bekleyen bir Fenerbahçe'nin her şeyi Recep Tayyip Erdoğan'dan bekleyen bir ülkeden çok da farkı yok aslında!

En büyük mahareti topu ona kadar taşıyabilmek olan futbolcular yarattı son sekiz on yıl içinde Fenerbahçe. Takımda asist yapılacaksa o yapacak, gol atılacaksa o atacak, auta vurulacaksa da o vuracaktı! Diğer on adam takımı tamamlamak içindi sadece!

AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğanlı yılların da benzer zamanlara denk gelmesi tesadüf olmalı. Türkiye'nin tek adamı oldu Recep Tayyip Erdoğan. İsrail’e ayar verilecekse, komşularla sıfır sorun bina edilecekse, gerektiğinde aynı komşulara savaş ilan edilecekse hep o yaptı. Dışişleri Bakanı, Milli Eğitim Bakanı hatta Cumhurbaşkanı bile topu ona kadar taşıyan futbolcular oldular!

Gol atılacaksa o atıyor auta vurduğunuysa pek düşünmüyordu. İşler ters gittiğindeyse Alex, Aykut Kocaman’ın kendisini kıskandığını düşünüyor. Başbakan’sa faturayı muhalefete ve medyaya kesiyordu...

Onların hata yapmış olması imkânsızdı! Hep takımlarının ve ülkelerinin iyiliği için çalışıyorlardı.

İsyan edeni de küfredeni de takdir edeni de onun yaptığından ya da yapmadığından dem vuruyor!

Alex ve Recep Tayyip Erdoğan bildikleri işi bildikleri gibi yaptılar. Yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı onları suçlamak bana kolaycılık gibi geliyor...

Asıl soru: Biz ne yaptık, muhalefet, sivil toplum örügütleri ve önemlisi halk; 'Biz burdayız' demek adına ne yaptı?

34 vatandaşımız Hakkari'de devlet eliyle öldürüldüğünde, tek suçu o birlikte nöbet tutmak olan, daha dünyaya gözlerini açmamış Kürtler ve Türkler öldürüldüğünde... Çeşitli sebeplerden… Aslında tek bir sebepten, daha İnsanlığın ‘elementary’sinden geçememiş olduğumuzdan mütevellit yeterli tepkiyi veremeyen biz değil miydik?

O milyonluk sessiz yürüyüşleri hiç gerçekleştiremedik biz! Sevinçlerde hep daha kalabalıktık 'İstiklal' Caddesi’nde!

Silah arkadaşları sebepli sebepsiz cezalar aldığında bir ses duyamadık yeşil giyinen heybetli adamlardan. Gelip darbe yapmalarından bahsetmiyorum. Bir ses… Birilerinden… 27 Nisan’ın fatihi hiçbir şey söylemedi mesela! Koyu sarı laciverli paşamız anlatabilirdi belki Dolmabahçe’nin koyu kalmış taraflarını. Muhtırada sırtını dayadığı arkadaşlarının şimdi yüzüne neden bakmadığını anlatabilirdi?

Mustafa Balbay cezası belli olmadan demir parmaklıklar ardında yaşlanırken gazetecilerden kuvvetli bir nefes duyamadık! Kendilerinin de hapse girmediğine şükretmekten daha iyisini yapabilirlerdi belki.

'444' eğitim sisteminde öğretmenlerin sesini hiç duyamadık. ‘Ey ahali bu öğrencilerimizin işine yarar’ ya da ‘ Hopp bu iş olmaz, şurası şöyle sakat’ denmedi, denemedi. Demediler, demedik, diyemedik... Örnekler çoğaltilebilier. Hepsinde sustuk... Bize dokunmayan yılanlara uzun ömürler dileyerek sustuk...

Modern zamanlar da modern futbol da tek kişi üzerine kurulu sistemleri kabul etmiyor artık. Herkesin taşın altına elini koyduğu takımlar ve ülkeler başarıyı yakalıyor.

Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe'sinin ne yaptığı çok önemli değil, ama ülke olarak bunu yapmalıyız.

Bizi üzen, sevindiren, kızdıran olaylarda tepkimiz belli etmeliyiz. 'Biz buradayız' demeliyiz bir yolla. Aksi halde yok sayılmaya katlanmak durumundayız!

Şimdi Fenerbahçe'de Alex'siz günler başladı... Erdoğan'lı günleri ise biraz daha devam edecek gözüküyor!

Bugünlerin akibetini Erdoğan'dan çok biz belirleyeceğiz! O yüzden topu ona bırakmaktan daha iyisini yapabileceğimizi düşündüğümüz ne varsa yapmalıyız. Aksi halde ustanın satırları nasihat babında okunabilir!

Nasıl diyordu Nazım Hikmet;

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, - demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!