29 Ekim 2011 Cumartesi

'Az' Kuru Fasulyenin Felsefesi!

Ben seni tahmin ettiğimden 'az' sevmişim sevgili!
Ve bunu sana değil, kendime hakaret için söylüyorum.
Ferhat'a, Mecnun'a ve en önemlisi Leyla'ya ayıp etmişim.
Cümlesinden özür diliyorum!

Sandığımdan daha 'az' tanımıyorumuşum prensesi
Onun pamuk masalında tüm paramı üstüne oynadığım
Ve onu da umuda gark ettiğim, cüceye de ayıp ettim!

Bir de başımıza cüce çıktı! Ondan da özür diliyorum!

Sana bir sır vereyim mi sevgili?
Aslında hiç kimse yok!
Bazı insanlar geliyor ve geçiyorlar.
Hayatlarından, HAYATLARIMIZDAN...

Hayatımızda hiç olmayan insanlara ayıp ederek,
Onlardan özürler dileyek de pekala geçebilir bir ömür...
Lakin hiçbir şey için hiç kimseden özür dilemek istemiyorum...
Leyla'nın Mecnun'un ve o gereğinden 'tedbir'li prensesin de canı cehenneme!

-Benim prensin 'Seyşeller' kozundan vallahi haberim yoktu cüce kardeş!-

Fakat,'ümit verdiğim' ve 'ümidini çaldıklarım' müstesna!
Ki, bir geceyarısı -karanlıktan cesaret alıp belki-
Ansızın hayatlarına girdiğim ve güneş ışığında,
bir hamam böceği gibi ortadan kaybolduğum sonra...

Senle bizim meselemize gelince:


"Ya, bu benim kuru pek az değildi galiba, hesaba ekleyelim istersen" dediğimde,
fasulyeci: "Az kuru her zaman, yarımdan fazladır" dedimişti de, gülmüştüm...
Sonra anladım bizim meselenin cevabı meğer o cümledeymiş sevgili...

Şunu da söyleyeyim de onu da söyleyeceğim...

Berbat şiirler yazarak geçirilebilir bir ömür
Kimsenin gülmediği kötü şakalar yaparak da
Unutarak ve unutturarak da belki, kim bilir...
Ama "Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor*"

-Bu son cümleyi 'Tutunamayanlar'da Oğuz Atay yazmış-

Bizim meseleye gelince:

İki kişi fasulyeci hesabıyla 'az' sevince o sevgi 'çok' oluyor sevgili...
Ben 'seni'ni biraz fazla kaçırınca bu sevdanın,
İster istemez 'beni' biraz 'eksik' kaldı!
Sen de kendi hesabında olanı benim tabağıma koymayınca...
Meselenin 'biz'i de biraz 'yara' aldı...

N'apalım, her şeyin gereğinden 'çok' olduğu bu yüzyılda
Bizim hikâyemiz de 'noksan' kalsın sevgili...

O ünlü kuru fasulyecinin de dediği gibi:
"Az her zaman yarımdan fazladır!"

Ben seni yarımdan biraz fazla, tahmin ettiğimden biraz 'az' sevmişim...

-Pardon ben bir az pilav istemiştim...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Pazar kahvaltısı...

Akşamdan kalma bir heyecanla doğruldu yatağında, perdeden sızan ışığı görünce, Pazar kahvaltısından bir hayli önce...

Haftanın yorgunluğunu, yastığının yanına koydu, yirmi dakika sonra evden çıkması gerekliliğinin, bir hafta içi zorunluluğu olduğunu, aklının yanına...

Elini yüzünü yıkadı, dün akşam içtiği suyun vücudu için gerekli olmayan kısmını klozette bıraktı, elini tekrar yıkadı..

Dolapta ne varsa koydu masının üstüne, masayı sofra yaptı, kaynayan suyun üstüne koydu demliği, çayı yaptı.

Bir yumurtaya feda etti, tüm sucuklarını...

Çayın son yudumunu bardağa bıraktı, bardağı tezgahın üstüne, kapıyı mutfağın üstüne...

Kapattı...

Üç kişiyi bir arada görmemiş, kendini tekli koltuk zanneden ve bu yüzden psikiyatra gitmeye başlayan, üçlü koltuğuna oturdu, televizyonu açtı, kapadı televizyonu.

Sonbahar gelmişti, Ekim...

Marifet kendi baharını bulabilmekte, kendi iklimini, aşabilmek; kendi sera etkisini, ışığı tüm benliğine yansıtabilmek, derinliklerine, bunu çok önceden öğrenmişti...

Ne yalnızlık istiyordu ne de misafir! Kabul olur muydu, böyle bir dilek, bizden iletmesi; söylediğinden mesul değildi, hiçbir sefir!

Kafi gelmişti, kafiye olsun diye söylenen şarkılar, “kafiye olsun diye değil” deyince bir ses, ilgisine “mazhar” oldu, ilgili söz, müzik:

“İçindeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdı!”

Bir kötü adama ihtiyacı vardı dünyanın, şeytan bu role soyunarak, önce kendini yaktı!

Kim bilir kendimizin elçisi olduk belki de, tüm kabahatlerimizde! Suçumuzu üzerine savdığımız ve kendimizi temize çektiğimiz bir akıl oyunu, tüm boktanlıklarımızı, üzerine yıktığımız bir günah keçisiydi İblis!

Pazartesi sendromlarına feda etti pazarlarını...


Günlerini kopyalayıp yapıştırdığından, dünü yoktu artık ve yarını da!


Ziyan etti zamanlarını... İşe yaramalarından ümidi kesince, yaktı sakladığı tüm samanlarını...

Ya-şa-ya-ma-dı.

Bir yazar, yazmanın son çare olduğunu söylüyordu, köprüden önceki son çıkış...

Yapılacak bir şey kalmadığında, yazılacaktı...

O vakit yazmalıydı:

“Yüremelerden, koşmalardan, dinlenmelerden, dinelmelerden, yerindeliklerinden, pişmanlıklardan, dostluklardan...

Dünyaya karşı zayıflıktan, umuda dair şişmanlıktan, hepsinden sana sığındım, bir toplu taşıma güzergahının son durağı, istediğim yerlerinde inemeyince hayatın, sana koştum hep.

Ufkumuzda süzülen aşklardan, önümüze sürülen savaşlardan, kendi yarattığımız dinlerden, birbirimizi sokmaya meyillli dillerden, epeydir güneş görmemiş yerlerden, yıktığım kalelerden, küreğimle kovamla, minicik ayaklarımla, denizden...

Attığım her golden sonra kendi kaleme, san(tray)a koştum,” dedi.

Kalemi bıraktı, son durağı...

Bundan sonra yürüyerek devam edecekti yoluna!

Gerçekten de bir sınavlar silsilesiydi, hayat, bir kademeden bir diğerine geçiş ve Can Dündar’ın sözüne açılıyordu her kapı bu yolda:

“Her seçiş, bir vazgeçiş...”

Her şeyden vazgeçti, yol müstesna.

Yürüyecekti...

Hem yalnızlığı sevmiyordu hem de misafiri!

Vakit Pazar Kahvaltısı vaktini biraz geçmişti.

Birkaç soru çözmek için, kitabın kapağını açtı, aşağıdakilerden hangisiyle başlayan bir sorunun doğru cevabını buldu, sevindi...

Onun da soruları vardı hayata, cevapları henüz basılmamış bir anahtara!

Anahtarları vardı, yanlış anahtarlarla yanlış kapıları zorladı, yıllar boyunca, hırsız değildi, arsız hiç... Zaman zaman, zamansızdı belki...

Kitabı kapattı, camdan dışarı baktı, çocuklar top oynuyorlardı...

Minibüse binmeye çalışıyordu biri, bir ayağı dışarda...

Birkaç zaman önce şöyle demişti, yukarılara doğru seslenip:

Yalnızlığın sana mahsus olduğu, bir mecaz olsa gerek; herhangi bir minibüs hattında, sıkışıklıktan ölünebilecek bir şehirde, tek bir beşere bile kendini anlatamamak, ne büyük trajedi…

Bir kişi anlasaydı, sadece bir kişi, şu national coğrafyada, senin üstüne yemin ederim ki, sarımsaklayıp saklardım bu ömrü, gel gör ki kimse anlamadı, kimse anlamadı…

Bir cevap gelmemişti, bu serzenişe!

Şimdi düşünüyor ki; o da kimseyi anlamamıştı aslında, Fatih Sultan Mehmet’in sokaklarında kaybolacağı bu şehirde…

Camı, çerçevesiyle birlikte, sokağın üstüne, “yatılı” mutluluk umutlarını baharın üstüne, biraz yürüyüp koridoru geçerek, kapıyı evin üstüne…

Kapattı…