7 Kasım 2010 Pazar

Masa da masaymış ha!



Anladım ki, ben sizin salona yalnızca kablosuz bir ağ aracılığıyla bağlanabiliyorum sevgilim!

Ve ne sen bunun farkındasın ne tt.net farkında... Açıkçası ben de yeni fark ediyorum...

İşten eve koşuyorum, otobüs durağından evin kapısına kadar sebepsiz sırıtıyorum, bir telaş içindeyim sanki bir randevum var ona yetişiyorum...

O kara kuru kutuyu açıyorum aleleacele, montu masanın üstüne atıyorum, beni sana ulaştıracak şifreyi giriyorum, biliyorum ki nettesin bu sefer, bu sefer büyük hissediyorum!

Velhasıl, fena bir yanılsama içindeyim, sanıyorum ki senleyim. Hâlbuki, ki açmak gerekirse, hâl bu ki; msnleyim...

Seni online görüp, on dakika aynı dijital çatı altında kalmak ve birçok sefer sana bir şey söylemeden çıkmak ve bundan mutlu olmak -orada bir yerde olduğunu bilmekten sevinç duymak- bir tedavi gerektiriyor olmalı mutlaka...

O turuncu ışık ne kadar aydınlatabilir bu karanlık odayı, inan ben de bilmiyorum ve sevgilim yanıyor bedenimin ta içi, anladım ki, buna ilaç olamaz sen dâhil hiçbir çevrimiçi...

Bir gün mutlaka gerçek bir masada oturmalıyız senle; pencereden gelen ışığı koymalız masaya, üç kere üç dokuz eder, dokuzu koymalıyız mesela.* Bir şiir okumalıyım, gözlerine bakarak güldürmeliyim seni, o aptal ve sarışın dijital ikonu hiç görmeden. Saçını kulağının arkasına atarken elini görmeliyim, ince beyaz parmakların tutmalı kadehini, sıcaklığını senin artırdığın bir oda sıcaklığında, bizi dinden uzaklaştırmayacak kadar kırmızı şaraplar içmeliyiz. Yüksek tavanlı -tavanında işlemeler olan- eski bir binada geçmişten konuşmalıyız ve gelecekten, neş’eye doymalıyız . Biraz yemek yemeliyiz sonra kaşığı ağzına götürürken seyretmeliyim seni, ağzım açık, bir Cumartesi akşamı.. Sanki bir daha hiç pazar olmayacak gibi alışveriş yapmalız, sende ne varsa artık bende, bende ne varsa... Susmalıyız sonra, altın gümüş paritesinden (değerdeşliğinden) uzak derin bir sükût kaplamalı bu yorgunluğun üstünü ardından biraz yürümeli, şaraptan kızarmış yanaklarının kırmızısını daha da belirginleştirecek ışıklı bir bahçede birer yorgunluk kahvesi içmeliyiz...

İlla âşık olmamız da gerekmiyor, belki sonunda sevmeyiz de birbirimizi, görüşmeyiz belki bir daha, ama bir sefer yapmalıyız bunu, bu sefer yapmalıyız...

Gerçek bir masada oturmalıyız senle 1 gün, kahverengi tahta bir masa, beyaz bir örtü belki üstünde... Loş bir ışık ya da sadece bir mum belki, sözsüz bir müzik eşliğinde bir Cumartesi akşamı bizden konuşmalıyız... Ne yapmak istiyorsak hayatta koymalıyız masaya**

O Allah’ın cezası aydedeyi göndermeden iyi geceler demeliyim sana bir kez... Yaşadığını hissetmeliyim ve yaşadığımı...

Bir monitör karşısında, hikâyeler biriktir(e)meden, yaşamadan yaş almak sensizlikten de feci bir şey...

O yüzden öpmeliyim şaraptan kızarmış yanaklarını ve el sallamalıyım seni götüren arabanın ardından. Hem kim bilir öpmeyiz belki bir daha birbirmizi, hiç görüşmeyiz, unuturuz o akşamı kim bilir...

*ve**: Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” adlı şiirinden

1 yorum: